Fenerbahçe’nin tüm kimyasını düzelten Antalya kampında neler oldu, neler yaşandı? Belki Dolmabahçe görüşmeleri kadar olmasa bile, işte gizemini saklayacak bir konu. Gerek yönetimin, gerek futbolcuların gerek teknik direktörün dilinde bir tek cümle vardı: “İlk iki maç çok önemli. Onları kazanırsak, Antalya deplasmanını ve Trabzon maçlarını kazanırsak, fark 6 puana iner, ki bu da uzun lig maratonunda baş edilmez bir fark değil.”

Kulüp için birinci hedef, Aykut Kocaman’ın özgüvenini geri kazanmasıydı. Medya, muhalefetin bir kısmı ve malum Fener düşmanlarının dilinde “Aykut ne demiş? I couldn’t demiş” esprisi münasebetsizce  dilleniyordu. (Aykudnt—yani “yapamadım” anlamına gelen inglizce fiil çekimi). Fenerbahçe’nin gururlu ama mütevazi hocası, herkesin saygısını kazanmış bir büyük futbolcu ve efendiliği ile tanınmış bir insanken şimdi birden herkesin diline düşen biri haline gelmesi, kolay yenilir yutulur lokma değildi. Bu arada Aykut Kocaman’ın “Trabzon’un ilk yarıda kazandığı penaltılar incelenmeli” şeklinde verdiği beklenilmedik demeç, birden iplerin iki kulüp arasında daha da gerilmesine yol açan ve Trabzon’un kimyasını bozan bir satranç hamlesi olarak belirdi. Açık konuşmak gerekirse, kimse özellikle Aykut Hoca’dan böylesine radikal bir çıkış beklemezdi.

Ama en az bu konu kadar radikal bir diğer olay, Alex ve Hocanın yıldızının barışmasıydı. Belki zaten buna “Kocaman ve Brezilyalıların yıldızının barışması” da denebilirdi. İşin gerçeğinde en azından kamuoyuna hatta sarı lacivertli camiaya yansıyan şekliyle Aykut Kocaman sanki takımdan Brezilyalıları dışlamak istemiş ama Alex üzerine kurulu sistemde bu hamle doğal olarak geri tepmişti. “Bu takıma 2-3 ciddi transfer şart” söylemine karşı ise, yönetim ve Aykut Hoca farklı bir sonuçta anlaştılar. Bu takımın elindeki futbolcuları kazanması lazımdı. Yani yeni transfer yapar gibi kendi oyuncuları ile güven tazelemek… Bu doğrultuda ilk hedefler tabii kaptan Alex ve ardından Santos’tu. Buna belki Bilica eklenebilirdi. Yani Brezilyalılar elindeyse, ve bu “iç özel grup” kadrolu sihirbazlarınsa, onları kullanmak, buzdolabıma kaldırmaktan daha akıl karıydı. Ama biri hariç. Bilica disiplinsiz saha içi ve dışı tavırlarıyla bir aforoz yemiş, yerine premier League den Yobo kiralık olarak transfer edilmişti.

İki oyuncu ise takımdan devre arasında uzaklaştırıldılar. Bunlardan biri Fenerbahçe’nin çok sık yaptığı bir kıyımdan nasibini alan ünlü santrfor Gökhan Ünal’dı. Yerli yıldızları transfer edip harcamayı alışkanlık haline getiren Fener, bu sendromu o kadar ısrarla transfer etme kararı aldığı Gökhan için de anlaşılmaz şekilde uygulamış, onu neredeyse hiç takıma monte etme çabası göstermemiş, hatta bunu hiç denememişti. İkinci “atılan” oyuncu ise, Colin Kazım’dı.  Her haliyle hırs küpü olduğu ve forma girmek için forma giymekten başka bir şey beklemediği her halinden belli olan Milli oyuncu, anlaşılmaz şekilde harcanmış, hem de bedelsiz olarak ezeli rakip Galatasaray’a gitmesine göz yumulmuştu. Bu benim şahsen hiçbir zaman anlayabileceğim bir karar olmadı. Aykut Hoca ve Kazım arasında hangi diyaloglar yaşandı, hangi noktalarda neden film koptu, bunu ben bilemem. Ama Fenerbahçe’nin büyük hata yaptığını o günlerde yazdım ve Kazım aleyhine kampanya yapan ultraaslanların nasıl mahcup olacağını da gündeme getirdim. Zaman beni haklı çıkardı ve Kazım G.Saray formasını hep ilk 11 de başarılı bir şekilde taşımaya başladı. Tabii Fenerbahçe li yöneticiler bir karakter sorununu gündeme getiriyorlardı ve bu çok öznel yorumlara dayanan bir kriterdi… Ama bu da konumuz dışı. O günlerde sonuç bu eksilmeler ve yerlerine alınmayan, salt dedikodusu yapılan sözde “bomba transferler”di. Belki de Fenerbahçe için en doğru karardı aslında kadroya yeni isim katmamak. Gerek kıskançlık, gerek uyum sorunları, gerek bozulacak içsel dengeler böylece baştan önlenebilmişti.

Sonuçta eğrisi ve doğrusuyla Sarı lacivertliler hiçbir baskıya boyun eğmeden, kendi oyuncuları ve Hocalarıyla devam kararı almışlar, kendi aralarındaki sürtüşmeleri de bir köşeye bırakarak ciddi bir diyalog, güven arayışı ve dayanışma ağına yönelmişlerdi. Kamuoyu büyük kazanda olan biteni mizahi küçümsemelerle izliyor ve duruma  dudak büküyordu. Bu arada sezon başı yaptığı dev transferlerle yetinmek istemeyen Beşiktaş, devre arasında “yok artık!” dedirtecek yeni Portekiz transferlerine yönelmiş,Quaresma’nın yönettiği çeteye …….,……ve ……… nin eklenmesiyle tam bir yıldızlar topluluğu haline gelmişti. Siyah-beyazlı yöneticiler o günlerde “17 de 17 yapmamız hiç de imkansız değil” diyerek, eşe dosta ve hatta düşmana ayar veriyor, iddialarını yukarılardan salıvermekte bir mahsur görmüyorlardı… Kamuoyu ciddi ciddi “Acaba 17/17 yapabilirler mi?” sorusunu kendi kendine yoğun olarak sorarken, Fenerbahçe’nin ortaya böyle “hava basmalar veya futbol geyikleri” atacak hali olmadığını bilmeyen yoktu. Sarı lacivertlilerin ağzından “O” cümleden başka hiçbir şey alınamıyordu: “şu ilk 2 maçı kazansak, her şey değişir”…

Sonuçta ligin arası bitiverdi ve Fenerbahçe, birden kendini Antalya stadında  Medical park Antalya karşısında buluverdi. Sarı lacivertlilerin her şeyden önce  bir kazaya uğramamak peşinde temkinli bir oyun oynadıkları ortadaydı. Gökhan Gönül ün  40. Dakikadaki nefis golü galibiyeti zar zor getirince meşhur “2 maç” ın ilki kazanılmış oldu. Trabzon o haftayı beraberlikle geçince, Fener-Trabzon maçı birden final maçı haline gelivermişti. Saraçoğlu, gelecek bir galibiyetle farkın birden 4 puana düşeceğini görüyor, herkes değişen havaya şaşırıyordu. Fenerbahçe o gün farklı bir rüzgar estirdi ve  ilk yarıda üst üste Lugano ve Niang dan gelen gollerle alınan 2-0 lık galibiyet, 3 puanın ötesinde Trabzon’a karşı 2 li averajda üstünlüğün ele geçirildiğini müjdeliyordu. Böylece Mert Günok’un ilk yarıda Trabzon’da kurtardığı penaltı da belirleyici hale gelmiş oluyordu… Fark gerçekten de 2 maçta 9 dan 4 puana düşmüş, lig tekrar başlamıştı. 2. Yarıda Bursa’nın daBeşiktaşla beraber üst üste tökezlemeye başlaması, yarışın Fenerbahçe ve Trabzon arasında geçeceğini şimdiden beli ediyordu.

Peki ilk 2 maç bitmişti de diğerleri ne olacaktı? Manisa deplasmanı 2. Yarıda üst üste Alex, Niang ve Lugano’nun golleriyle 3-1 kazanılırken hesaplar artık hep”ilk yarının son maçı dahil 4 maç üst üste galibiyet” şeklinde açıklanmaya başlanmıştı. Ardından gelen haftada, sarı-lacivertlilerin görülecek bir hesabı daha vardı Trabzon’un ardından… ilk yarıda kaybedilen Kayseri maçının acısı da Saraçoğlu’nda çıkarıldı ve  Niang ve Lugano’nun golleriyle 2-0 lık bir tarife de onlar kesildi. Fenerbahçe intikam dizisini başlatmış ve “büyük maç kazanamıyorlar” sözünü bitirmişti oradan itibaren…  Beşiktaş maçı da zaten bu havayı perçinleyen diğer önemli maçımızdı. İnönü de havasından geçilmeyen Kartal, ilk golü Selçuk’un kafasından kalesinde gördükten sonra 45. Dakikada Ekrem Dağ ın mükemmel golüyle eşitliği sağlamıştı. Ama ligin 2. Yarısında başka bir kimliğe bürünen Alex’in o maç için başka planları vardı. Kaptan, 2-1 mağlup duruma düştükten sonra, biri penaltıdan 3 gol atacak, o maçla beraber ordinaryüslüğe terfi edecekti… yani “Kralex” sıfatı bile artık Lefterden sonra gelen yeni Ordinaryüse yetmez olmuştu. Kaptan’ın nerdeyse sıfır açıdan attığı 4. Gol, dünya futbol okullarında gösterilecek uzun “Alex golleri” dersine eklenen yeni bir sayfaydı.

Liderlik ise ertesi hafta geliverdi artık. Trabzon arada bir daha berabere kalmış, fark 2 puana inmişti. Sarı lacivertlilerin Kasımpaşa’yı Ordinaryüs ve Dia’nın golleriyle  2-0 yendikleri hafta, Trabzon kendi evinde Kayseri ile güç bela 3-3 berabere kalınca, Kanarya liderlik koltuğuna kuruluverdi… evet mucize gerçekleşmiş, 9 puan sıfırlanmış ve averajla o koltuğu oturulmuştu nihayet. İyi de bu liderlik nasıl korunacaktı ligin sonuna kadar? Bitmez tükenmez final  haftaları başlamıştı artık…   

Etiketler: Fenerbahçe
Yazı Tarihi: 28.05.2011
Kategori: Spor Yazıları
Paylaş