İki haftadır sergim için Amerika’dayım. Sergim beş gün önce Gloria Delson Contemporary Arts’ta açıldı. Siz bu satırları okurken ben University of California Los Angeles’da (UCLA) galiba 4. kez konuşmuş olacağım. Sonuçta, buradaki 20 gün rüzgar gibi geçecek ve haftaya yazımı Türkiye’den yazma şansım olacak.
Amerika’ya her gittiğimde felsefi sorular beni kuşatıyor; ikilemler, “üçlemler” arasında kalıyorum! 1987’de geçirdiğim mide rahatsızlığı kendiliğinden çözülmüş olabilirdi. Kariyerimi Amerika merkezli olarak yürütebilirdim. Türkiye’ye sergiler, aile ziyaretleri için gidip geliyor olabilirdim. California’da daha önce “direkten dönen” İsveçli iki sevgilimin ardından belki bir başka Amerikalı kızla evlenir, ona 2-3 çocuk yapabilirdim! Amerika’da 40 yıldır yaşayan bir “yerli” sanatçı haline mi dönüşürdüm yoksa? O zaman kariyerim nasıl giderdi? Ya da kim bilir, belki bir trafik kazasında, 33 yaşında ölecektim... Nereden bilebilirsin ki? Yaşamın her zerresinin her saniyesinde oluşan alternatif paralel yaşamlar ve bunun dünyanın siyasi, kültürel, sosyal ve kişisel gidişatını nasıl derinden her saniye etkilediğini düşündükçe, insan gerçek hayatı yaşayamaz hale gelebiliyor! Geçmişin “kilit” anları, insanı deli edebilir. Bu konudan sizlere ilk bahsedişim olmadığı gibi, son bahsedişim de olmayacak...
Burada kişilerin mütevazi yaşamlarından örnekler verebileceğimiz gibi, ülke tarihine doğrudan etki etmiş anlara da dönebiliriz.
Yer, Nokta Dergisi’nin “Doruktakiler” ödüllerinin seremoni kokteyli. Bülent Ecevit siyasette almış ödülü, ben sanatta… Bülent Bey, 1960’ların başlarından beri yakından tanıdığım, bizim evde görmeye alışık olduğum, babamın dönemdaşı bir önemli isim. O gün Bülent Bey’i bir köşeye çekip adeta yalvarırcasına, “solun birleşmesi için tekrar liderlik yapması” gibi kritik bir konuyu gündemine taşıyarak, bulabildiğim her duygu veya mantık dolu kelimeyle kendisine ciddi şekilde ısrar ediyorum. O gün doğru kelimeleri bulsam, belki ortada ne Erbakan hükümeti olacak ne de daha sonra RTE’nin uzun kariyeri. Ben her boşluğun doldurulduğunu ve bunun çok ağır bedelleri olduğunu Bülent Bey’e aktarıyorum. (İşin en inanılmaz yönü ne biliyor musunuz? Geçenlerde Piramid Sanat ekibinden Eren Teoman, bana arşivimizde bulduğu o videoyu gösterdi: Elimde o tarihi anın “canlı” görüntüleri var, düşünebiliyor musunuz?
Yıl 1913. Mustafa Kemal Bulgaristan’da askeri ataşe. Eski Bulgar Savunma Bakanı General Stilyan Kovaçev’in ikinci kızı Dimitrina Kovaçeva ile Mustafa Kemal ciddi bir aşk yaşıyorlar. Kemal, evlenmek istediği kızı babasından iki defa istiyor ama başarılı olamıyor, Kovaçev ikna olmuyor. Sonuçta sinematografik akışlarla dolu bu ilişki, muradına eremiyor. Peki erebilse, Türkiye Cumhuriyeti doğabilecek miydi? Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşabilecek miydi? Bugün Gazetemizin adı hala “Cumhuriyet” olabilecek miydi? Atatürk “çoluk çocuğa karışsa” ideallerine yine de kavuşabilecek miydi?
Birkaç yıl sonra ise bildiğimiz gibi, Çanakkale’de iken şarapnel parçası göğsünü isabet ediyor. Tarih 9-10 Ağustos 1915. Atatürk, o saati aradan uzun bir süre geçmeden Alman General Liman Von Sanders’e hediye ediyor. O şarapnel parçası biraz daha üstten ortalasa, bu hedefine maazallah ulaşsa, Cumhuriyet yine ne olurdu, biz nasıl olurduk ya da olamazdık, sonsuza dek düşünebilirsiniz!
Menderes, 1959’da Londra yakınlarında uçağı düştüğünde farklı bir koltukta oturup vefat etmiş olsa, siyasi sahnemizde neler yaşanacaktı kim bilir!
Ya da 1960 Devrimi’nden önce, üç kere istifaya karar veren Menderes, Celal Bayar’ın itirazlarına pabuç bırakmasa, ülke seçime gitse, nefes alsa, hiçbir darbeye gerek kalmasa, demokratik yaşamımız ondan sonraki yıllarda nasıl akardı acaba?
Ya da o Cumartesi öğleden sonra, 1961 Eylülü’nde Milli Birlik Komitesi’nde birkaç kişi son anda baskılara boyun eğmese, o uğursuz üç idam cezası çıkmasa, o zaman nasıl akacaktı ülkemizin yakın tarihi?
Kim bilir, sizler yine bu satırları okurken neler düşünüyorsunuz? Hani şimdi ki eşiniz yerine o 5-6 yıl evvel rastladığınız çocukluk aşkınızla evlenseydiniz, neler olup biterdi hayatınızda düşünebiliyor musunuz? Veya o gün seçmelere, o sokağınızda lastiği patlayan salak nedeniyle gidemediğinizde, belki 21. yüzyıl en büyük aktör veya aktrislerinden birini kaybetti! Hem de siz, milyonlarca başka çocuğu da etkileyemediniz. Peki İstanbul’da macera aramaya geleceğinize, Anadolu’daki baba evinde kalıp, yan köyün ağasının kızı ile evlenip şimdi fazlasıyla mala mülke sahip olsaydım diye kendi kendinize söylendiğiniz veya hatta ağır fırçalar attığınız olmuyor mu? Biliyorum oluyor, sakın aksini söylemeyin, sizi kaç kere uzaktan izledim!
Kader, kısmet, olup bitene verdiğimiz adın ta kendisidir. Şans, bazen şanssızlıkla, bazen kendisine inanmayan yoldaki bahtsızlarla da mücadele eder. Her otobüs veya uçak, sizin bahçenizde yer alan ve patlayan her kanalizasyon, evinizi hep son anda fiyakasını bozabilecek her türlü detay, sizlere hep dev olaylar gibi sinir ederek yansır. Bunların her biri, sayısız farklı insanları da etkiler.
Yaşam, bu SONSUZ alternatifler örgüsü ile geleceğin otobanlarını veya kimine göre de çakıl kaplı yollarını ve insanların kaderlerinin haritasını çizer. Başarısız ressam Adolf Hitler’in başına gelenler, herhalde bu örneklerin en ağır ve us ötesi abartılı olası sonuçları arasında en ağır derstir dünyamızda...
İşte bütün bunlar kafamda binlerce tur attıktan sonra, vardığım karar şu oldu: İyi ki Türk olarak yaşadım ve yaşamımı sürdürüyorum. Hiçbir pişmanlığım yok. Hatta sanatımı bu kadar çok katmanlı hale taşıyan unsurun da, Türkiye gerçekleriyle karşılaşmak ve beş duyuya hitap eden büyük mekan düzenlemeleri yapmak olmuş olduğunu bile söyleyebilirim. Mesela “Demokrasinin Kutusu” (1987) ve “The Muzır-Ölçer” (1988) işte bu ağır şartlar ve ülke sıkıntıları yüzünden/sayesinde doğdular! Sanatımın çok sesliliği bu köklerde gelişti.
İnsanın doğal akışta gençliğinde başka bir ülkeye yerleşmiş olmasını normal karşılıyorum. Ama ülke kötü gidiyor diye on yıldır kararlı bir şekilde bu diyarlardan ayrılanları pek anlayamıyorum. Ne diyebilirim ki? Gidin bütün dünyayı gezin. Ama her şeyi elinin tersiyle iterek, başka diyarlarda ikinci veya üçüncü sınıf olmayı göze alanlara da diyecek laf bulamıyorum…