Aslında yaşadığımız süreç bir açıdan çok karışık, bir diğer açıdan da her noktası anlaşılır bir basit puzzle. Her gün gazete sayfalarına, TV haberlerine yansıyan kavgalar, restleşmeler, tabii ki olağan bir ülkede görülemeyecek korku filmiyle-trajikomedi tadında serüvenlerin iz düşümleri.
Konu o kadar ortada ki: AKP bu Cumhuriyete cinsiyet değiştirme operasyonu yapıyor! Hastanın her gün bir organı adeta ameliyat ediliyor. Konumuz adım adım Atatürk'ten bize miras kalan laik demokratik bir Cumhuriyeti, mümkün olduğu kadar fazla ses çıkarttırmadan, her inlemede “bir bardak suda fırtına koparmayın” diyerek yobaz bir gerici din temelli sözde demokratik, özde teokratik faşist rejime dönüştürmek. Bu yüksek hayal gücü ve yoğun “oldu da bitti maşallah” gerektiren ağır işlem gerçekleşirken hastanın her şikayetini susturacak formüller düşünülmüş de… bazen mızrak çuvala sığmıyor!
Bu işin en net belli olduğu anlarda, Hükümet yaygara koparan Yargıtay’a, Danıştay’a, HSYK üyelerine, YARSAV'cılara, Baro Başkanları'na, hep aynı şeyi söylüyor: “Siz siyaset yapıyorsunuz! CHP ağzı ile konuşuyorsunuz… O zaman bu mesleği bırakın, çıkın siyaset yapın!” İşte tam bu noktada görmek istemedikleri nokta şu: Bu saydıkları kişi ve kurumlar, CHP'li siyaset filan yapmıyorlar. Onlar sadece Anayasa’nın temel maddelerini savunuyorlar. Yani onlar “oyunun zaten mecburi olan kurallarının uygulanmaya devam edilmesini istiyorlar ve Hükümetin açık yoldan sapmalarını gördüklerinde rejimi savunmak için harekete geçiyorlar. O zaman ne oluyor dersiniz? Bu faşizm meraklılarının borazanları hemen “siz statükocusunuz, reform istemiyorsunuz” diye ortaya atılıveriyorlar… Bu yorumları yobazların yapması normal. Ama sözde demokratik basın soytarıları yapınca “Allah akıl fikir versin” demekle yetiniyorum!
Geçen Cuma günü yine Silivri’de dava izlemeye gittik arkadaşlarla. “Ergenekon” adı verilen o bahtsız davanın acıklı olduğu kadar Aziz Nesinlik kanıt paketleri dışında belki en sonunda yapmam gereken yorumu belirteyim: Silivri'de yaşananları her gördüğümde bu davanın neden İstanbul'a 90 dakika uzaklarda yapıldığını ve oturumların neden televizyonlardan naklen yayınlanmadığını daha iyi anlıyorum. Çünkü şayet orada yaşananları milyonlar “naklen” izleyebilseler, o davaya inanan insan sayısında çoook abartılı bir değişim yaşanır! Uzun lafın kısası, hiç kimse böyle bir şeyin bir gün yaşanacağını sanmasın. O dava hep “gizli” ve uzaklarda sürecek ki, Hükümet gece rahat uyusun… Sormak lazım zat-ı muhteremlere; hani çok şeffaftınız? Hani AB standardında demokrasiniz? Bu mu afra-tafranız, 21. Yüzyıl iddialarınız!
Bir de şu “ek” soruyu yöneltmek lazım: Arada sırada kin kustukları tarihi durakların en başında gelen 27 Mayıs davalarında neden yoktu bu büyük sır ve kapama merakı? Neden orada herkes rahatça davayı izleyebiliyor veya radyodan takip edebiliyordu? Neden fotoğraf çekilebiliyordu? Yoksa dünyanın en mükemmel ve çağdaş Anayasalarından birini getiren 1960 Devrimi, iddialarınızın tam aksine kartlarını açık oynayan bir halkla bütünleşmenin ürünü müydü?
İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, yine tarihi bir konuşma yaptı… Bir savunma değil, adeta bir iddianame okudu. İlk sözleri, “yalan makinesi”ne bağlanmak istediğini söyleyen sanık Erkut Ersoy'un bıraktığı yerden başladı: “Yalan makinesine Erdoğan ve Gül bağlansın”. Perinçek Başbakan'ın yepyeni bir konuşmasında farkına varmadan ağzından kaçırdığı sözleri salonda dinletti: “Bizim içeri tıktığımız bir tek aydın yok”. Gerçekten de bu sözler Erdoğan'ın gözünde ve fiiliyatta yürütme ve yargının uyum içinde çalıştığının yani güçler ayrılığı ve yargı bağımsızlığının yok edildiğinin direkt kanıtı! “Ben bu davanın savcısıyım” diyen Tayyip Bey, şimdi hakimliğini de ilan etmiş. Perinçek yine bu hükümetin dağıttığı demokratik açılım süreci kitapçığında, “gerekli hallerde özel yargılama yapılabilir” dendiğini anımsatarak, Silivri Mahkemesi’ni Başbakan’ın kurdurduğunu, devletin diğer yargı kurumlarından birinde yargılanmadıklarını vurguladı. Ardından hakimle bir gerginlik yaşayan Perinçek “ Mahkeme heyetine “Bu tertibin yanında yer almayın, Erdoğan’a siper olmayın” diyerek davada tarafların yer değiştireceğini ısrarla vurguladı.
Daha sonra sıra sanık Muzaffer Tekin’ e geldi. O da onurlu yoğun bir konuşma yaptı ve Hükümeti çok sıkıştırdı. “Yalan ve iftiralar sürdükçe bunları ısrarla çürüteceğim” dedi. Tekin ardından Aydınlıkta 24-10-10'da yayınlanan “Osman’ımın 21 Yalanı” başlıklı çok detaylı ağlanası tutanak analizini okudu. İki cümlesinden HİÇBİRİ birbirini tutmayan bir adamın sözleriyle Ergenekon ve Danıştay Cinayeti gibi alakasız davaların birbiriyle birleştirildiğini anımsatan Tekin “devşirilmiş tanıklar ve kurgulanmış delillerle” ısmarlama cevapların adeta kurgulandığını hatırlattı.
İlk fırsatta “dökülen” Ergenekon kanıtlarını da ele almamız gerekecek…