5. İstanbul Contemporary Sanat Fuarı yine büyük ilgi görüp yüksek ciro ile kapandı ve sanat ortamında sıkı ilişkilere vesile oldu. Hiçbir devlet koleksiyonu alımının yapılmadığı ortamda sanatçılar hep kendi güçleri ve özel sektörün desteğiyle var olabiliyorlar.
Bu sene fuarın polemiği Ahmet Güneştekin’in bir eserine koyduğu 2,5 milyon dolarlık fiyat oldu. “Fast-food” sansasyon arayan medyamız, sazan balığı gibi oltaya takıldı ve sanki bu yapıt o fiyata satılmış gibi yayınlar başladı. Bu anlamsız “yapıt fiyatına (neredeyse) bir gecede iki sıfır ekleme” operasyonuna tepkiler çoğalınca da sanatçı NTV’de “satmaktan vazgeçtim, müzelerde sergilensin” diyerek geri adım attı. Pazartesi günü Milliyet’te Mehveş Evin inanılmaz ve çok yakışıksız bir provokasyonla “belki de sorun beyaz Türk sanat camiasında kafa gösteren Batmanlı bir Kürt ressam olmasıdır” şeklinde olayı iç siyasi savaş (!) boyutuna taşıma basiretsizliğini gösterdi! Bir gazetecinin sanat tartışmalarında konu araması anlaşılır olsa da bu gaf, Evin’in de yazısına referans aldığı, Habertürk’te konuyla ilgili eleştirel yorum yapan Doğançay’dan, Ali Akay’dan, İsmail Acar’dan ve benden özür dilenmesini gerektirir. Evin yıllardır (Güneştekin dahil) Güneyli ve Doğulu sanatçıları her fırsatta desteklediğimizi bilmiyorsa öğrensin ve bölücülük yapmasın! Bu özür gelene kadar Evin’in bu tavrını şiddetle kınıyorum.
Gelelim işin özüne: Sanatta “değer” kavramı nasıl oluşur? Doğançay’ın dediği gibi “bu iş Everest’in tepesine helikopterle bırakılmakla olmaz”. Yıllar süren kendini kanıtlama ve tırmanmayla olur. Bir büyük kariyer yaşamış sanatçıların kendi olağan fiyatlarının çok üstünde fiyatları da olabilir. Ama bu istisnaların bile bir izahı ve mantığı vardır. Yani genel fiyatlarını bir gecede 20 veya 50 ile çarptığını“kendi ağzınla deklare ederek” olmaz. O dediğin fiyata iki hatır alımı yaptırsan veya etrafa “şu kadara satıldı” diye balonlar uçursan bile bir işe yaramaz. Dünya sanat piyasasında “track-record” diye bir kavram vardır: Bunlar özetle “hangi galerilerde, kaç ülkede sergi açtı, hangi önemli grup sergilerine davet edildi, hangi önemli koleksiyonlara girdi, hangi dünya müzelerinde sergilendi, hangi dünyaca ünlü eleştirmenler hakkında makaleler yayınladı, hangi müzayedelerde yıllar üstünden kaça satıldı, bu yapıtların ülkesinin veya dünya sanatının tarihine girme potansiyeli nedir” gibi birçok sorunun yanıtından oluşur. Ahmet Güneştekin’in kendi derlediği özgeçmişine baktığımızda, bu saydığımız kriterler bağlamında ulusal veya uluslar arası açıdan elle tutulur önemli ipuçlarına henüz rastlayamıyoruz. Bu genç bir sanatçı için olağandışı bir durum değildir. Olağandışı hatta anormal olan, bu çizgiden gelen bir sanatçının birden kendini sıralamanın en önüne yerleştirmek için yaptığı mantık dışı oldu bitti hamlesidir.
Öte yandan akıl var mantık var: Sen bir genç olarak dün yaptığın resme o fiyatı koyarsan, yarın yarısı ebadında yapıtı da milyon dolardan mı başlayıp satacaksın? Okulu dün bitirmiş bir genç de “ben 50 milyon dolar koydum, dünyada yaşayan en pahalı ressamım” derse, ortam bunu da ciddiye alıp tartışacak mı? Ne kadar kolaymış bu ülkede sanat ortamının gündemini oluşturmak demezler mi? Ya da, o zaman bugün Doğançay veya Çoker’e veya ardından gelen kuşağa ne fiyat koyacaksın? Fiyatlar bir gecede “sanat adamları” kurulu ya da Bakanlar Kurulu’nca (!) tespit edilmez! Yıllar içinde kendini her fiyat durağında test ederek piyasada belirlenir… Yavaş yavaş çıkacaksın bu merdivenleri ve hedefin her şeyden önce para değil, sanat olacak…
Güneştekin, fazla heyecanlı ve hızlı başarmak isteyen bir alaylı genç. Ama aşırı hırsı ve sabırsızlığı, aklını örtmemeli ve bu uzun sanat yolculuğunda kendisini en başta kendisinden korumalı! Bu tartışmalar yalnız Güneştekin’i ilgilendirmiyor. Türk çağdaş sanat piyasası dünyaya açılmaya çalışırken, bu tip yanlış adımlar piyasaya“yahu bu işler bu kadar yaptım oldu, attım tuttu bazında mı?” sorusunu sordurup spekülasyon kokan bir güvensizlik ortamı getirir. Güneştekin’in bu gençlik hatasını ve aracılar piyasasını geride bırakıp işine dönmesini, TV’lerde söylediği haddini aşan sözler için de özür dilemesini öneririm.
Bir sanat fuarı, ilgi çekmek için verilen “pahalı” fiyatları flaş yapıp yarıştıracağına “umut vaat eden genç sanatçı-galerici” veya “ömür üzerinden başarı ödülü” gibi içeriği öne çıkaracak özendirmeler yapsa çok daha iyi olur. Ayrıca piyasaya da verilecek ciddi öğütler var: Koleksiyonerler abartılı bir şekilde müzayede ve fuarlarda toplu alım histerisi içindeler. İşler biraz bilgisizlik içinde birbirine bakarak gösterişle hareket etme merakına varıyor. Halbuki sanat, alıcılar için de bir keşiftir. Sanatçılarla konuşmak, derine inmek olayı bambaşka boyuta taşır. Galeri veya atölye ziyaretleri, uzun sohbetler, kitaplar, konferanslar, çok daha zahmetli ama işin olmazsa olmazlarıdır. Gerçek koleksiyoner her şeyden önce, hem bilgi, hem zevk, hem de iç güdüye göre kendi seçimlerini gerçekleştirerek yapıt alan kişidir. Sanat akıp giden zamanın tapusudur ve onun saygınlığını rafa kaldırarak basit bir hisse senedi piyasası sığlığına çekmek ciddi bir ihanettir.
Sonuçta sanat dünyası tabii ki paranın döndüğü, değerlendiği bir borsa da sayılabilir. Ama tarih, sanat eserini hatırlamak ister, yüzeysel fiyat ve borsa koşularını değil. Dolayısıyla tüm Türk sanat piyasasının öncelikle derin bir nefes alması ve kendini “hızlı para” tutkusundan arındırması gerekir. Bu yaşadıklarımız, belki de Özalizmin hızlı köşe dönmecilik arayışlarının gecikmiş artçı şoklarıdır. Bu konularda sanat ortamına son mesajım şudur: Sanat ciddi ve sabır-ekspertiz isteyen bir alandır. Lütfen hiçbir deneyimi olmayanlar her köşe başında galeri açarak bu ergenlik çağı sorunları yaşayan ortama yozlaşma yüklemeleri yapmasınlar…