Evren kurulduğundan beri, insanlar ortak coğrafyalar üzerinde beraber yaşayabilmek amacıyla birbirlerini yönetebilecekleri sistemler ürettiler. Burada evrenin siyasi tarihini özetleyecek değiliz ama Romalılardan Hunlara, Vikinglerden Osmanlılara, Fransız Cumhuriyetlerinden Sovyetler Birliği’nin Sosyalist Cumhuriyetlerine ve günümüzün modellerine kadar, kraliyetler, imparatorluklar, diktatörlükler, kapitalist, komünist, sosyalist, liberal yönetim tarzları birbirini izledi. Sonunda dünyanın gelip dayandığı nokta, demokrasinin en iyi yönetim tarzı olduğuydu…

Ne var ki demokrasilerin, kağıt üzerinde sözde mükemmelliklerinin tartışılmasının çok ötesinde, niyeti farklı çeşitli kesimler tarafından biçim bozmaya uğratılabilmesi, güçlü emperyalist ülkelerin bir nevi maymuncuk halini alabilen bu kelimeyi kendi çıkarları adına dünyanın her yerinde gelişi güzel, hatta tam tersine çıkar savaşlarını perdelemek amacıyla kullanabilmeleri, “demokrasi” kavramını kendi lugat anlamı ve ideallerinden çok ötede bir noktaya taşıyor.

Bundan iki hafta önce, “İleri değil, parodi demokrasisi” makalemde, Türkiye’de yaşananlara bakıldığında, artık ülkedeki rejimin adını “demokrasi” koymanın imkansızlığını ele almıştım. Yani özetle, dışarıdan bakıldığında seçim var, parlamento var, özgür (ha-ha-ha) basın var, bağımsız (hmmmm) yargı var, muhalefet (?) var, sokaklarda hayatını yaşayan, güzel havanın keyfini çıkaran insanlar var. İşin özünde ise “bir” kişinin egemenliği altına girmiş bir rejim gözleniyor.

Türkiye’nin yaşadıkları, ne tarihte, ne de 2000’lerde tekil bir durum değil. Tarihte demokrasilerin uğradığı en büyük iğfal olan, Hitler’in 1930’larda adım adım rejimin zaaf ve iç çekişmelerini kullanarak nasıl iktidara gelip yerleştiğini genel kültürden bile olsa herkes biliyor. Daha detaya inmek isteyenler, konuyu işleyen tarih kitapları dışında, Onur Öymen’in yeni çıkan kitabını (“Demokrasiden Diktatörlüğe”) okuyabilirler. Hitler, tabii ki dünya demokrasi suiistimalleri örneklerinin en ucu, işler sarpa sardığında durumun varabileceği en kötü nokta! Yayın, bu konuda özet ama çok doyurucu bilgileri içeriyor.

Pazar sabah Habertürk’te bir belgesel vardı: “The War on Democracy”… Ödüllü Avustralyalı solcu yönetmen John Pilger’in bu özenle hazırlanmış emperyalizm eleştirisi üzerine kurulu filmi, en net şekilde emperyalizmin demokrasi kelimesini nasıl paspas ederek halkların tüm haklarına saldırdığını anlatıyor. Tam bir ders, herkes izlemeli. Örneğin Şili’nin yaşadıkları anlatılırken, Pinochet’nin, darbesini takip eden süreçte hazırlattığı anayasa sayesinde, istediği “demokrasi makyajlı rejimi” devreye nasıl sokabildiğini anlatıyor. ABD’nin tarif ettiği yeni düzenin adı “Demokrasi” olduğu için, emperyalizm bu oyunu bir süre yutturabilmiş! Şili’de Allende’ye karşı yapılan darbenin izlediği taktiğin bir benzerinin devreye sokulmasıyla, 2002’de Chavez hükümetine karşı yapılan kirli darbe girişiminin canını hiçe sayarak sokağa çıkan geniş halk kitleleri tarafından nasıl bastırıldığını gözler önüne seriyor. Bu puslu 48 saatin hemen ardından ise, darbenin yine ABD’nin bir çeşit “Demokrasiye yardım kurumu” (National endowment for democracy) tarafından nasıl organize ve finanse edildiği ortaya çıkmıştı. Guatemala’da 1951’de seçilen demokratik başkan Arbenz’in nasıl yine emperyalizm tarafından yutulduğu da Güney Amerika ülkelerinin acı “demokrasi” deneyimlerinden biri olarak tarihe geçti. ABD’nin “zenginlik ve özgürlük” vaatleriyle başa çıkardığı diktatör Armas, sayısız masum insanı öldürttü. Son yıllarda CIA’nin eski yöneticilerinin açıkça itiraflarıyla berraklaşan bu kirli operasyonlar, 70 ve 80’lerde büyük zararlar verdikten sonra, halkın gücü Venezuela’da, Peru’da, Bolivya’da, birçok Güney Amerika ülkesinde solu iktidara geçmeyi başardı.

Son yıllarda da farklı coğrafyalarda çıkar koruma savaşlarını sürdüren ABD’nin taktikleri hep aynı: Medya ile sızıp beyin yıkama, kamuoyunu uyuşturma ve kendi saflarına çekme, iktidar ele geçtikten sonra da her yöntemle “demokrasi” adına koruma. İşin tabii en ilginç yönü, demokrasi adına dünyayı Vietnam’da, Güney Amerika’da, Irak’ta kana bulayan ABD’nin bu ülkelere de hep “demokrasi getirme” adı altında girmesi! “Büyük Abi”nin kendi “Parodi demokrasisi”nin altyapısı ise, şu şekilde kurulu: Cumhuriyetçi ve Demokrat iki ana parti var. Sonuçta üç aşağı beş yukarı bu iki parti aynı rejimi savunuyor. Aralarında demokratlar biraz daha esnek, insancıl ve özgürlükçü, cumhuriyetçiler biraz daha zenginsever ve muhafazakar. Yoksa bu partilerden hiç biri Amerika’nın iç düzeni veya dünya düzeni üzerindekini rolünü toptan değiştirmeye hevesli değil. Bu iki partili rejimin dışına taşmak ise arada denense bile fiilen imkansız. Sokakta her bildiriyi dağıtmak, yürüyüş yapmak, hepsi serbest (Tabii Irak Savaşı döneminde çıkarılan ağır faşist Bush dönemsel yasalarını saymazsak!) ama büyük medya nasıl olsa artık bir savaş mekanizması halini almış “Amerikan Rüyası”nı korumak adına, dünyanın her noktası için sahte imajlar üretmeye ve yaymaya hazır. Şu anda tam bir demokrasiye geçememiş sözde “Arap Baharı” yaşadığı iddia edilen ülkeleri saymazsak, Malezya’da, Hindistan’da, Cezayir’de, Kamboçya’da, Pakistan’da, Sudan’da ve birçok Afrika ülkesinde bu “parodi demokrasisi” hüküm sürüyor. Kökü yok edilmiş partiler, sürekli parti değiştiren vekiller, suç batağında yüzen politikacılar ortada cirit atarken bir ülkede “demokratik” kurumlar ne kadar işleyebilir? Ancak emperyalizm eşgüdümlü basının elverdiği ve şak şakladığı oranda tabii… Bu ülkelerde görülen en tipik sendromlardan biri, kirli iktidarların özellikle yeniden seçim kazandıktan sonra kendi güçlerinin bir sınırı olabileceği fikrini kaybetmeleri ve halkın hem özgürlüklerini, hem muhalefet haklarını yok saymaları. 2. Dünya Savaşı’nın koruyucu meleği ABD’nin, sonradan ardından yaşadığı değişim korkutucu! Obama gibi farklı iddialarla gelen bir Başkan bile, bu kabus senaryolarına karşı koymakta zorlanıyor.

Ted Becker bu durumu analiz eden siyasi düşünürlerden biri. Aristo’nun demokrasi fikrinin tüm anlamıyla tekrar yeryüzüne geri döneceği günün özlemi içinde. Halkın kendi geleceği üzerine kararlar alabildiği ve halkın temsilcilerinin özgürce halkı yönettiği bir rejim beklentisi bu. Temsili demokrasileri maskaralığa çeviren ve yalnız bir kesimin zenginleşmesini sağlayan, ekolojiyi ve gelir dağılımı uçurumlarını yok sayan otokrasilerin, hak ettikleri sonu bulacakları günlerin yakın olmasını dileyen Amerikalı bir “fikirdaş”.

“Parodi demokrasileri” çağımızın kanayan yarası¸ emperyalizmin sihirli kamuoyu oluşturma taktikleriyle, kah diktatörleri, kah şeriatçıları, kah liberal ticaret ve yolsuzluk hükümetlerini aklayabileceği muhteşem bir buluş! Bunu iliklerine kadar yaşayan ülkelerden birini hepimiz çok yakından tanıyoruz. Önümüzdeki aylarda, anayasamız da muhalefetin yardımıyla daha da uyumlu hale getirilecek ve böylece son dikenlerin törpülenişi de tamamlanmış olacak…

Yazı Tarihi: 06.09.2011
Paylaş
Benzer Yazılar
Videolar