Dün Kıbrıs’ta, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin konuğu olarak bir konuşma yaptım ve ardından da gençlerle bir söyleşiye katıldım. Her biri farklı alanlarda eğitim alan, donanım ve zekaları açıkça belli olan bu gençlerle birkaç saat geçirdikten sonra tekrar bir noktanın farkına varıp dehşete düştüm: Bugün 25-30 yaşın altında olan gençlerimizin -ki nüfusumuzun içinde en büyük kesiti oluşturuyorlar- günümüz Türkiyesi’nde yaşarken neler hissettiklerini, etrafa nasıl baktıklarını, diğer kuşakların anlaması hiç de kolay değil.
GENÇLERİMİZİN MARUZ KALDIĞI AĞIR TRAVMA!
Bu uçurumun ne kadar farkındasınız bilmiyorum ama, ergenliğe geçiş yıllarından itibaren RTE Türkiyesi’nin ağır şartları ve baskıları altında yaşayan bu gençler, doğal olarak bizim “Atatürk Cumhuriyeti”, “laik demokratik toplum”, “özgür basın” derken nelerden bahsettiğimizi “teknik” olarak anlayabilirler, ama o ruhu ve içeriği kavramaları uzaktan yakından mümkün değil! Bu milyonlarca genç insan, kendilerini bildikleri andan itibaren, sabah akşam demeden gözlerinin içine bakarak haykıran, birilerini en ağır kelimelerle suçlayan, toplumun geniş kesimlerinin inandığı değerleri yerle bir eden, hakkındaki suçlamalara asla içerikli bir yanıt verme zorunluluğu hissetmeyen, çevresindeki herkesi çoluk-çocuk-genç-yaşlı demeden suçlayan, egosu ve kin kapasitesi bir hayli kabarık koca bir dalganın tehditleri altında yaşıyorlar... Bundan başka bir şey tanımıyorlar! Onlara ferah bir gülümsemeyle ciddi umut verebilecek bir muhalefet liderini de ortada göremediklerinden, tüm kimyaları bozulmuş durumda... Ve gerçekten bu yaşananların onların gencecik beyinlerinde yarattığı yıkım ve içinde bulundukları kıstırılmışlık hissini bizlerin anlaması çok ama çok zor. Lütfen biraz empati kurmaya çalışın: Sizler de 5-10 yaşından beri aynı beyin saldırısını yaşasaydınız, yaşama nasıl bakardınız? Demirel ve Özal’ı bile tanımadan, o ara etaplarda staj (!) bile göremeden bu işkencenin hedefi olmanın bedelini bizlerin anlaması çoooook zor...
YOBAZ VE BÖLÜCÜ TERÖRÜN DEŞİFRE HALİNE ULAŞMAK!
Sorumluluğun onlarda olduğunu anlattığım görüşlerim hakkında soru yönelten bir genç kızımız biraz umutsuz gözlerle şunları sordu bana: “Yaşanan onca olumsuzluğa karşın sizlerin kuşağı bir önceki dönemlerde ne 12 Eylül dönemi, ne de sonrasına bir şey yapamamışken, neyimize güvenerek günümüzde her an artan baskıların ortasında bu düğümü bizim çözmemizi bekliyorsunuz?”. Bir başka genç, mantıksızlığını anlattığım ırkçı toprak talepleri ve etnik siyaset karşısında bana itiraz edemese de, artık bu yaz bizi iç savaş hızında ağır çatışmaların beklediğinden söz açtı. Kendisine “yok öyle bir şey, nereden çıkarıyorsun” demek isterdim, ama diyemedim. Ama Türkiye’de etnik siyaseti en kirli şekilde yapanlar hakkında söylediğim sözler, galiba biraz gözlerini açtı. “Dalmaçya köpekleri, İrlanda setter’leri veya has kanişler vardır. Hani ırk bozulmasın diye sırf aralarında çiftleştirilirler. Peki siz birbirinizle flört ederken birbirinizin kaşına gözüme, zekasına, espri kabiliyetine mi bakıyorsunuz yoksa hanginiz hangi ırktan, ona mı bakıyorsunuz?” Tabii ki ikinci dediğime baktıklarını itiraf ettiler. “Demek ki bu ırklar durmadan karışıyor” diyerek önce kendi oğlumdan örnek verdim: “Annesi ve babasının kökenleriyle birlikte 6 etnik kök karışımından genlerini toplamış olan Suphi, hangi ırktan oluyor? Bunu bilen var mı?” Bu çok basit örneğin ardından, etnik siyaset yapanların, açık bir referandum yapılsa, hiçbir şekilde iddia edildiği gibi Kürt kökenli vatandaşların İstanbul’u, Ege’yi, Karadeniz’i, Ankara’yı bırakıp gidip Güneydoğu’da yaşamaya arzulu olmadıklarını, bunun bir koca yalan olduğunu, bölücü terör ve siyasetin bu konuda hiçbir samimiyet taşımadığını aktardım. Kaçınılmaz şekilde bu hatırlatmam da çok ikna ediciydi. Gerçekten ısrarla söylüyorum: Avrupa’nın tüm müşahit milletvekillerinin katılımıyla, açık bir referandum yapılsa ve herkese sorulsa Türkiye’den ayrılarak gidip isteyip istemedikleri, ortaya çıkacak sonuç, herkesin dudağında uçuk çıkarır. İşte o zaman başta Avrupa ve ABD olmak üzere tüm dünya görür ki, Güneydoğulu vatandaşlarımızın Türkiye’den ayrılarak bir başka ülke kurmak istedikleri iddiası bir balon gibi söner, PKK ve hatta HDP’nin bu konuyu sürekli kaşıyan iddiaları önce havada buz sarkıtı gibi asılı kalır, ardından da yere düşüp tuzla buz olur. Böylece koca bir yalan deşifre olur, bizler bu yükten, bu mesnetsiz suçlamalardan kurtuluruz, kimilerinin de sahte kahramanlık dönemleri sona erer.
TÜRKİYE PARTİSİ OLAMADAN, TERÖRÜN KULPU OLANLAR!
Yine gençlerin destek verdiği bir diğer sade ve kesin fikir, siyasette ana konunun her bölgede, her vatandaşımızın eğitim, sağlık, burs, kültür, gelir dağılımdan payını almak, insanca yaşamak gibi verilere ulaşması olduğu gerçeğinin kabul edilmesidir. Bu nedenle hiç kimse, bir Türkiye partisi gibi tüm vatandaşları ilgilendiren bir siyaset yapmadan, HDP veya başka bir etnik tercih partisini canı gönülden destekleyemez. İşte bu veriler ışığında, cani PKK terörü her gün 5-6 asker ve polisimizi şehit ederken, tesadüfen orada bulunan masum vatandaşların IŞİD’le birlikte canını alırken, ne HDP, ne de başka bir ortaçağ mantıklı tercih partisinin, kendi fanatik militanları dışında artık ödünç olarak bile geniş kesimlerden oy alamayacağını görmek zor değil. “Halkların Demokratik Partisi” artık halkları otomatik katliamlarla yok eden bir örgütün yarı-açık avukatlığını ve yasal temsilciliğini üstlenmişken, Haziran’da elde ettiği sonuçlara bir daha ulaşamaz.
Gündeme gelen diğer bir konu da bayraktı. Gençlere yine sürekli olarak maruz kaldıkları bir büyük yalanı hatırlattım. İnsanın bayrağını ve ülkesini sevmesinin gerici, ırkçı, faşist milliyetçilik olduğu palavrasının bir beyin yıkama ve psikolojik savaş yöntemi olduğunu, dünyanın sağ-sol-merkez her ülkesinin kendi bayrağını, cumhuriyetini, vatandaşlarını sevdiğini anlattım ve başta Küba, ABD ve Fransa gibi birbirinden o kadar farklı onca ülkenin kendi bayraklarına nasıl sahip çıktığını anlattım. Şayet ülkede bayrağı öne çıkararak silaha sarılıp teröre veya ırkçılığa bulaşanlar varsa, bunun onların ayıbı ve sorunu olduğunu ve kötü örneklerin örnek teşkil edemeyeceğini belirttim.
Ayrıca terörle mücadelenin, sonunda bombanın pimini kimin çektiğini bulmaya çalışmanın çok ötesinde bir çaba gerektirdiğini, bu hükümetin her gün yeni IŞİD üyeleri yetiştiren ve 5-6 yaşında çocukların zikir seanslarına yeşil, hatta yemyeşil ışık yakarak katılmalarını sağlayan anlayışla, terörle mücadelenin bir masal olduğunu anlattım. Bu şekilde pimi çeken ha Ali Osman Nuri olsun, ister Abdullah Hector olsun, bunun bir anlam ifade etmediğini, önemli olanın, yapılanın tersine, IŞİD’e militan kazandıran su yollarının kesilmesi olduğunu anlattım.
GENÇLERİN GÖZÜNDE YİNE DE IŞIK VAR!
Bu yazıda size o salonda içsel anarşi yaşayan, umutlarını korumaya çalışan, kafa karışıklıklarını kendilerine bile itiraf etmekten korkan, geliştirdikleri savunma mekanizmalarıyla tüm bu ağır ve mantıksız saldırılara karşı direnmeye çalışan o gencecik beyinlerin çabalarına saygı duyduğumu anlatmak isterim. Konuşmamda birilerine kızdım... Birilerine ağır söylendim. Bu karanlık tablonun ortasında kendisine bu topraklarda ısrarla bir gelecek inşa etmeye çalışan bu sevgili çocuklarımıza, siyasete korkmadan seçtikleri partiden girmelerini, çarpıklıkları “içinden” çözüme ulaştırmaya çabalamalarını tercih ettiğimi söyledim. Tüm bildiğiniz olumsuz şarta karşın, onların gözlerindeki ışığı gördüm... Önemli olan başta kendilerinin taşıdıkları kapasitenin farkında olabilmeleri ve özgüven kazanmaları... “Dünyayı BEN değiştirebilirim” düşüncesine hala inanmaya devam edebilmeleri... Onlara inanmaya ve özgüvenlerini tırmandırmaya mecburuz!