1. sahne: Paris’ten Londra’ya gidiyordum hızlı trenle... Yıl 2006. Elimde bir gün önce aldığım kitap: “The Soul of a Butterfly”... Yazarlar: Muhammed Ali ve kızı Hana Jasmeen Ali. Kendimi hatırladığımdan beri Muhammed Ali, milyonlarca dünya vatandaşının olduğu gibi benim de “arkadaşımdır”, dayanışma içinde olduğum büyük insandır. Dolayısıyla zaten kitabı tereddüt etmeden almıştım. Ama tren akıl almaz bir hızla Manş denizinin altından yol alırken gözyaşları yanaklarımdan akıp gidiyor. Yanımda, karşımda oturan insanlar ne der diye bir korkum tabii ki yok. Bir tek Sibel’i arayıp “bu kitabı döner dönmez sana vereceğim, hemen okuman şart” diyebiliyorum ancak. Nutkum tutulmuş vaziyette.
2. sahne: İstanbul’dayım. Muhammed Ali’nin sitesine giriyorum ve orada “ziyaretçi mesajları”na bir not bırakıyorum. Kendisine nasıl 5 yaşından beri hayran olduğumu, Türkiye’de ne kadar sevildiğini, kitabını ağlayarak ve aşık olarak okuduğumu anlattıktan sonra, “Ünvan maçında George Foreman’i Kinshasa’da 8. raundda devirirken -fırsatın olmasına rağmen- ona düşerken son öldürücü yumruğu vurmayacak kadar insancıl olduğunu ve bu kadar sade ama ruh dolu bir kitap görmediğimi” anlatıyorum o satırlarda...
Yazıyı siteye koyduktan sonra acaip bir his kaplıyor içimi... “Ali bu satırları okuyacak ve beni arayacak!” Hatta o günden sonra tualete giderken bile cep telefonumu yanıma alıyorum. Halbuki sitenin altında şöyle yazıyor çok kibar bir dille: “Tahmin edebileceğiniz gibi sitemize günde binlerce mesaj almaktayız. Bütün mesajları Mr. Ali’ye iletiyoruz ama çok azına yanıt verebiliyoruz. Anlayışınız için teşekkür ederiz”.
3. sahne: bir akşamüstü, evdeyiz. Telefon çalıyor, ama ev telefonu. Açıyorum: “Bay Baykam? -Evet-
Sizi Bay Muhammed Ali’ye bağlıyorum müsaitseniz”. “Evettt”... Sonra o unutulmaz görüşme başlıyor. Ali, Parkinson hastası. Bu nedenle rahatlıkla anlaşılamıyor aslında söyledikleri. Ama biz fazlasıyla anlaşıyoruz. Heyecandan ahizeyi yutacağım. Onu ne kadar sevdiğimizi, ne kadar büyük bir insan olduğunu söylüyorum. O da teşekkür ederek sevgilerini yolluyor. Ben onu o anda İngilizceden çok “ses dili”, içgüdü, telepati ve beyin frekansından anlıyorum. Karşılıklı her zerremizle birbirimizi anlayarak yapılan büyük bir duygusal konuşma. Ona sarıldığımı söyleyerek kapatıyorum. Sekreteri geri alıyor hattı. Ona “The Soul of a Butterfly” kitabını Piramid Yayıncılık olarak yayınlamak istediğimizi söyleyip yardımını rica ediyorum.
4. sahne: “Kelebeğin Ruhu” Türkçe çıkıyor Piramid’den. Artık elimde orijinal “Muhammed Ali” imzalı bir kontrat var. İleride müzemin en değerli parçalarından biri olacağını biliyorum. Onlarca kitap ve katalog yayınladım ama belki -babamın ölümünün ardından yayınlanan “En Sevdiği Güneşti” hariç- hiç bir yayınımla bu kadar övünmedim. Çünkü bu kitap, inanılmaz derecede sade ve derin bir otobiyografi ve yaşam felsefe kitabı. Ve bu yayın benim çocukluk, gençlik ve olgunluk dahil yaşam üstünden en büyük kahramanlarımdan biri tarafından yazılmış. Bir dünya kahramanı. Hem de sonsuza dek.
Son sahne: Geçen hafta Şarköy’de Müjdat Gezen ve Soner Yalçın’la beraber Uğur Dündar’ın Halk Arenası’na katılmıştık. Sabah Tekirdağ’da kahvaltıya henüz yeni oturmuşken, televizyonda İngilizce bir alt yazı olarak gördüm: “Muhammed Ali öldü...” Aynı anda gözyaşları beni yavaş yavaş istila etti yine. Soner’le göz göze geldik. Yeri doldurulmaz kayıp dedikleri buydu! 1960’lı yıllarla beraber her birimizin yaşamında, ciğerinden kalbinden bir şeyler sökülüp gitti... Soner, bu sabah Sözcü’de bu yazının başında anlattığım hikayeyi hatırlatıp, yayınladığımız “Kelebeğin Ruhu” kitabındaki son derece değerli anekdotlardan bazılarını sütununa almıştı. Ben de bu vesileyle size tekrarlıyayım: Emin olun, bana da güvenin, bu kitabı okuduktan sonra daha iyi bir insan olacaksınız...
YILLAR AKIP GİDERKEN ANLARI KAYDETMEK
53 yıl olmuş Muhammed Ali, yani eski adıyla Cassius Clay yaşamıma gireli. Pasaportu eskitmişiz! Bunu hafta sonu bir daha anladım. Mesela Djokovic Paris’te Şampiyonluk kupasını Adriano Panatta’nın elinden alırken yine daldım gittim. 40 yıl önce o yakışıklı ve aktör havalı İtalyan şampiyon olurken, Roland-Garros stadında o maçı annesi ve babasıyla izleyen 19 yaşında bir gençtim. Yazının başında sözünü ettiğim Foreman maçını Cihangir’de gecenin köründe radyodan Orhan Ayhan’ın ağzından dinlerken 17 yaşındaymışım. Yıllar akıp gidiyor. İşte elimdeki 650 sayfalık “Ali, Tüm Zamanların En Büyüğü” başlıklı Taschen kitabı bu açıdan bir şaheser. İyi ki valizimin yarısını kaplama pahasına geçen yıl Paris’ten almışım. Kitapta resmen yok yok! Muhammed Ali zaten tüm yaşamını dokümante ederken, en başından beri en büyük olduğunu bilerek tutuyor her belgeyi, her fotoğrafı. Ama yanlış anlamayın, o yalnız bir egosantrik bir adam filan değil. Bakın kendini nasıl tanımlıyor: “Ben ağır siklet şampiyonluğunu kazanan, esprili, herkese dürüstçe ve eşit davranan bir siyahi olarak hatırlanmak isterim. Kendisine hayran olan başka hiçbir insana küçümseyerek bakmayan, elinden geldiği kadar herkese maddi olarak yardım eden, onların özgürlük, adalet ve eşitlik mücadelelerine katkıda bulunan bir insan”. Rahat ol sevgili Muhammed Ali, tabii ki öyle hatırlanacaksın. O muhteşem insan, dünyanın en meşhur adamı, tanıştığı her insana aşk ve sevgi dağıtıyor; kin, nefret ve kibir değil. Daha dünkü değeri kendinden menkul şarkıcıların imza isteyen gençleri ellerinin tersiyle itebildikleri bir dünyada, Ali bir mücevher.
VİETNAM FELAKETİNİ DÜNYAYA DUYURAN BEYİN...
1960’larda, tabii ki Muhammed Ali Türkiye’de de sonsuz seviliyordu, herkes onun hayranıydı. Sonra Ali, Vietnam’a gitmeyi reddetti, hem de şampiyonluğunun elinden alınacak olmasına rağmen. “Vietcong’lar bana hiç bir zaman ‘pis zenci’ demedi, niye onlarla savaşayım ki?”
Türkler, Kore’ye kahraman Türk askerlerini yollayıp, Amerikan müttefikleriyle beraber omuz omuza savaştırmış olmaktan çok gurur duyan bir milletti. Herkes yadırgamıştı Ali’nin bu tavrını. Bir hayal kırıklığı oluştu birden. “Nasıl ülkesi için savaşa gitmeyi reddederdi bu adam? Olacak şey miydi bu?” İşin özünü, dünyanın tam anlaması için aradan bir-iki sene daha geçmesi ve 68 kuşağının dünyada Amerikan emperyalizmini deşifre edip topluma anlatması gerekiyordu. Ali yalnız bir büyük stand-up komedyen, bir show-man, seyrine doyulmaz büyük bir boksör değil, aynı zamanda dünyanın gidişatını etkileyecek bir filozof, öncü bir insandı... En sevildiği Türkiye’de bile zaman aldı o geçiş anlarında Ali’yi anlayabilmek...
MUHAMMED ALİ’NİN MÜSLÜMANLIĞININ FARKI!
Ali, din olarak yetişkin boksör yıllarının başında Müslümanlığı seçti. 1964’te “İslam Milleti” (Nation of İslam)’nin başı Elijah Muhammed tarafından ona Muhammed Ali adı verilmişti. Bu Ali’yi fazlasıyla mutlu etti! Müslüman düşünce önderlerinden Malcolm X, Ali ile kardeş gibiydi. Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyordu. Ama bir konu hariç: Ali, tüm beyazlara neden “düşman” gözüyle bakması gerektiğini anlayamıyor ve kabul edemiyordu. Bu az buz bir fark değildi. Çünkü Ali tüm insanlığın sevgilisi olmak için vardı. Yalnız siyahların değil. Tüm güçsüzlerin, muhtaçların ve onu anlayıp sevenlerin sevgilisi... Coach’u Angelo Dundee “Ali bir renk körüdür. Fakir, zengin, siyah, beyaz herkesi sever” diye tarif ederdi onu... Ali’nin Müslümanlık anlayışı, bugün bu dine en büyük zararı veren malum takımlara kapak olacak nitelikte... Ali’nin parçası olduğu Müslümanlık, fakir ve muhtaçlara yardım, dostluk, barış ve Allah’a sığınma üzerine kuruluydu. Onun kitabında şiddet, kin, kavga, nefret yoktu. Yolsuzluk, dolandırma, uyanıklık yoktu. Ali, her tanıştığı insanı kardeşi gibi görür, resmen taptığı çocuklarının büyürken her anlarını fotoğraflamayı, vazgeçilmez ödevi kabul ederdi.
İNSANLIK TİYATRO ARENASININ DEV AKTÖRÜ
O dünya halklarının Robin Hood’u, ezilenleri ayaklanmaya çağıran Spartacus’ü, onları koruyan Karaoğlan’ıydı (Ecevit’ten değil, Suat Yalaz’ın unutulmaz karakteri Karaoğlan’dan söz ediyorum tabii ki!). Sonuçta 12 yaşındayken bisikleti çalınmasa, karakolda o polis onu boksa davet etmese, bu büyük macera böyle şekillenmeyecekti. Ama bu muhteşem özgüvene sahip güzel insan, o zamanda belki Sydney Poitier gibi bir aktör veya farklı bir Martin Luther King olacak, yine milyonları peşinden koşturmayı başaracaktı. Çünkü, bu zengin karizmatik sos, onun tüm hücrelerine sızmıştı. Boks sporu, Ali onu ana hattı olarak seçtiği gün yeniden doğumunu ilan etmişti aslında. Muhammed Ali’den önce boks, çok limitli bir kitlenin neredeyse aşağılayarak izlediği 3. sınıf bir spordu. Ali, onu ön plana, tüm dünyada sahne ışıklarının üzerine çevrildiği ana platforma taşıdı. Birden onu sevenler ve ondan nefret edenler dahil herkes boksla ilgilenmeye başladı. İşler tüm dünyanın aynı anda gece yarısı olsa da kalkıp onun maçlarını izlemesine kadar taşındı, hem de sonuna kadar... Her yaştan, her ülkeden, her cinsten bitmez bir hayran kitlesi... Esasında dediğimiz gibi konu boks değildi. Boks bahaneydi. Sahne aslında tüm dünyaydı. Ali, dünyayı ve diğer insanları ortaklık yaptığı yardımcı aktörleri olarak gören koca bir senarist ve yıldızdı. Dünya liderleri, ayakkabı boyacıları, boksörler, futbolcular, herkes onun peşindeydi! O mu? Onun da tek bir yıldızı vardı: Elvis Presley! Bir de hayran olduğu eski başkan: JFK! O da Ali kadar kitlelerin sevdiği bir diğer isimdi. O kadar çok benzerlik var ki aralarında...
MUHTEŞEM İNSANI TARİF ETMEYE ÇALIŞANLAR
Muhammed Ali’nin dünya için ne ifade ettiğini çözmeye çalıştı sosyologlar, tarihçiler, medyacılar. Yeni kuşak, annelerinin veya büyükannelerinin neden sabahın köründe bir boks maçı izlemeye kalktıklarının hiç bir zaman anlayamadılar. Paul Gibson’a göre o “Marlon Brando, Elvis ve JFK’in bir karışımı”ydı. Bud Schulberg’e göre o çenebaz “boks kıyafeti giymiş bir Nureyev”di. Kendisine göre ondan kimsenin çekip alamayacağı bir sıfat vardı: “Halkın Şampiyonu”. Bugünlerde sağda solda Ali’nin Beatles’la çekilmiş neşeli resimleri dolaşıyor... Halbuki işin gerçeği aklınıza gelen imajdan çok farklıydı. Beatles’lar 1964’de Miami’ye gelmişlerdi. Menajerleri onları Dünya Şampiyonu Sonny Liston’la bir araya getirmek istedi. Ama Liston “o şaklabanlarla bir araya gelmem” diyerek kestirip atınca istikameti şampiyona meydan okumuş gence, Ali’ye çevirdiler. Ali’nin antrenman kampında ise, büyük show-man iki hamlede Beatles’ları hemen kafakola aldı ve onları şekilden şekle, kılıktan kılığa soktu. Beatles’lar oradan çok kızgın ayrılıp, basın danışmanlarıyla da aylarca küstüler. Nereden bilebilirlerdi ki, aradan yarım asır geçtikten sonra, yeni gençlerden bazıları “Bu Ali’nin yanındaki komik kıyafetli 4 adam kim?” diye sorular soracaklardı!
EN GÜZEL KİM? EN BÜYÜK KİM?
“Ben en güzelim, bakın suratımda tek bir çizik yok, ben en kuvvetliyim, en büyüğüm, tarihin en büyüğüyüm!” Bu sözlere tepki verenler, bozulanlar bile, içlerinde fırtınalar yaşayarak maçlarına koştular. Belki çoğu zaman en çelişkili duygularla boğuşup için için onu tuttular. Üstelik bildikleri bir nokta daha vardı: Gerçekten de karşılarındaki adam olağanüstü ölçeklerde yakışıklı hatta “güzel” bir insanoğluydu! Yüz, vücut, vücut dili ve hak edilmiş ün, üst üste biniyordu Ali vakasında!
Ali, kariyerinin en başından beri o kadar emindi ki nereye doğru yol alacağından... Daha olimpiyat şampiyonu olmak için Roma’ya doğru gitmeden önce, Muhammed Ali efsanevi boksör Sugar Ray Robinson’a “ben altın madalyayı Roma’da aldıktan sonra menajerim olmanızı istiyorum” deme cüretini gösterir. Robinson şaşkındır bu gencin özgüvenine. “İyi de ben hala dövüşüyorum” demekle yetinir... “Muhammed Ali” adıyla kendisine hitap etmeyip hala “Cassisus Clay”i kullanan Ernie Quarrell’i 1967’de 15 raund boyunca döverken onu soru her yumrukta aynı yağmuruna tutar: “söyle bakalım şimdi, adım neymiş, söyle bakalım, şimdi biliyor musun?”
GÜREŞÇİ “GORGEOUS GEORGE”UN ALİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Doğanın insanlığa bir hediyesiydi Ali. Ömrü boyunca ne bir şnav çekti ne de adale geliştirme çabası gösterdi. O bir sporcu olarak doğmuştu en başından beri. Kariyerinin ilk günlerinde rotasını belirlerken onu etkileyen en önemli insan, güreşçi “Gorgeous George”du. Ali onun radyolarda, röportajlarda atıp tutarak rakipleriyle alay eden, basınla show yapan çarpıcı kimliğinden hızla etkilenmişti. Kendisine o profili onun üzerinden oturtmuş ve bunu saklamaya da gerek duymamıştı. Her zerresiyle şeffaftı Ali... Kadınlara olan aşkla karışık düşkünlüğüyle, bitmez tükenmez boks hırsıyla, insana olan sevgisiyle, topluma ve insanlığa olan sonsuza dek sürecek “içsel sadakat antlaşmalarıyla”... Herkesin onun yaşamından çıkaracağı dersler var... Halkı dolandıran ve şantajı, şiddeti ana yöntemleri yapan sahte Müslümanların, ününü hakketmeyen her branştan burnu havada zibidilerin, başarmaya yeminli sporcuların, aşılmaz görünen sorunlarla boğuşan işadamlarının, herkesin... “Kelebeğin Ruhu” herkese yol gösteriyor...