İçtiğimiz bir kahve, aynı anda hem buzlu hem de kaynar olamaz. Bu basit dengeyi, siyasi ortama da uyarlamak mümkün tabii… 

 

Konuya direkt şeriat-laiklik örneğiyle başlamayacağım. Önce sol siyasilere bakalım… Mesela, sosyalizmden ve kendisini sosyalist olarak tanımlayan bir insandan bahsedildiğinde “Hangi sosyalizm?” diye sorarım hemen! 70’ler ve 80’lerde çok güçlü şekilde hem Fransız demokrasisi içinde hem de demokrasi tarihinde özel bir yeri olan Fransız Sosyalist Partisi’nin bir mensubundan mı? Yoksa Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dikta rejimi mantığıyla şekillenmiş, kendini “tek parti” mensubu olarak kabul eden bir sosyalistten mi söz ediyoruz? İlk örnekte, Fransız arkadaşımız adaleti ve özgürlükleri temel öncelik sayıyor, çok partili iktidarın rahatça değişebildiğini kabul ediyor ve bunu demokrasinin bir parçası olarak görüyor. İkinci örnekte ise bir komünist partisi diktasından söz ediyoruz. Bu örnekteki atmosferin bildiğimiz anlamda demokratik, özgür, eleştirilerin rahatça ve her yönde yapılabildiği bir ortamla alakası yok. 

Sosyalizme, 60’ların veya 70’lerin Rusyası gibi bakan bir sosyalistin, demokratik bir cumhuriyette yeri olamaz. (Tabi lütfen burada da kimse, demokrasi kelimesinin alabileceği farklı anlamlar hakkında - tıpkı eski Doğu Almanya’nın kendini “Demokratik Almanya Cumhuriyeti” olarak tanımladığı örnekteki gibi- yapay polemik üretmeye kalkmasın!)

 

LAİK BİR ÜLKEDE ŞERİAT YÖNETİMİNDEN SÖZ EDİLMESİ MÜMKÜN DEĞİLDİR

Şimdi Türkiye’ye dönüyorum. Malum kesimlerin siyasete ve günlük hayatımıza sürekli bir hilafet ve şeriat sızdırma operasyonlarının öteside, “Anayasaya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve lâik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma” şeklinde yemin etmiş Cumhurbaşkanımız, kalkıp “Şeriata düşmanlık esasında dinin bizatihi kendisine husumettir” ve daha önce de “Dine ait tüm meselelerde ilgili kesimleri cesaretlendireceğim!” diyebildi. Hem de hangi ülkede? Her gün, her bahaneyle gericilerin, Cumhuriyet’ten nefret edenlerin yeşil bayraklarla yürüyüş yaptığı, her fırsatta Atatürk’e gizli ya da aleni kin kustuğu, şeriat özlemi içinde yaşayanların cirit attığı ülkede!

Laik bir ülkede tabii ki şeriata karşı olmak, dine karşı olmak değildir. Zaten onlarca farklı şeriat versiyonunun hüküm sürdüğü yeryüzünde, kimin hangi şeriattan bahsettiğini anlamak mümkün olamayacağı gibi, laik demokratik bir anayasaya sahip rejimde bunların hiçbirinin elle tutulur bir tarafı yoktur ve olamaz! Laik, demokratik bir sistemde devletin bütün inançlara -ve inanmama hürriyetine- karşı eşit mesafede durması, uygulama ile birini ötekine karşı himaye etmemesi, birisi üzerinde baskı kurmaya çalışmaması; ancak devletin bütün dinlere karşı tarafsız olması ile mümkündür. Farklı grupların kendi kimlik ve kültürlerini yaşamaları ulusal bütünlüğe aykırı görülemez. Bu nedenledir ki, devlet yönetimi dini temeller esas alınarak yürütülemez! İnanç sisteminin yasalarda uygulanabilirliği, inanç hürriyetini tesis ederken sokaktaki kamu yaşamına karışmadan ve kesinlikle yasaların yazılımında belirleyici herhangi bir rol oynamadan sadece insanların vicdanında, özel yaşamlarında ve ibadethanelerde geçerlidir. Mustafa Kemal’in de dile getirdiği üzere: “Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkânı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha önce de belirtildiği gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz.”

 

Herhalde Cumhurbaşkanı da laik bir ülkede şeriat varmış gibi davranmanın veya bu propagandaya ait olmanın bir mantığı olamayacağını biliyordur. Çünkü Anayasamız bu konuda net! 

Madde 24: “Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.” 

Madde 14: “Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.” 

 

FEYZA ALTUN VE REFAHLI ŞEVKİ

Türkiye’nin dört gündür ana gündeminde, Feyza Altun olayı var. (Bu arada Erzincan’daki maden felaketi ve günlerdir ulaşılamayan yeraltındaki 9 madenci ‘başarıyla’ gündemin gerilerine itildi.) Absürt şekilde, bu ülkede şeriatın egemen kılınabileceğine inanmış ve inandırılmış güruhlar, arada kendilerine bir hedef seçip onu ablukaya alıyorlar. Feyza Altun da mütemadiyen yaşadığı bu linçin ve kuşatmanın göbeğinde, bir anda -gerek bir yurttaş gerek bir avukat olarak- kullanmaması gereken bir ifadeyi sosyal medyada sarf ederek, ciddi bir üslup hatasına düştü. Sonrası malum… Gözaltına almalar, yeri yurdu belli bir avukat olarak resmen cezalandırma aracı olarak kullanılan tutuklanma talepleri, sonrasında serbest bırakılmalar, serbest kalışına başka savcılıklardan gelen itiraz talepleri ve yeniden yöneltilen ağır şikayetlerle nereye gittiği belli olmayan bir hukuki süreç…

Şimdi, Feyza Altun hakkında suç duyurusu yapanların kullandığı argüman şu: “Dini ve kutsal değerlere hakaret, halkı kin ve düşmanlığa tahrik, aşağılama…” vs. vs. Peki, hukuk sistemimiz bu kadar hızlı, net ve ödünsüz şekillerde duyarlıysa, o zaman ne beklersiniz? Bir düğünde, Refah Partisi’nin eski milletvekili Şevki Yılmaz’ın hiçbirimizin kabul edemeyeceği ve affedemeyeceği o rezil sözleri malum: “Osmanlı’yı süren soysuzları lanetliyorum… Selanik'ten gelen dönmeleri, onlara destek verenleri kahr-ı perişan eyle.” Feyza Altun’un “tutuklanma” hızına ve peşi sıra gelen hukuki (!) reflekslere bakarsanız, burada da ülkenin istiklalini borçlu olduğu kurucu liderine bu çirkin sözleri sarf eden bir densizin anında takibe uğraması, gözaltına alınması gibi hamleler beklersiniz değil mi? Ama bunları daha çok beklersiniz, çünkü ortada son derece aleni ve abartılı bir çifte standart var. Cumhuriyet ve Atatürk’e karşı işlenen suçlar, sanki suç değilmiş gibi yok sayılıyorlar! Halbuki süregelen anlamsız yobaz çığlıklara ve rejim kanırtma çabalarına karşı her fırsatta, doğal ve kaçınılmaz tepkiler veren Atatürkçülerin bütün reaksiyonları ve adalet arayışları, bir şekilde bumerang gibi döndürülüp haklarında bir şikayet/linç/yıldırma fırsatı olarak kullanılıyor. 

 

Atatürk’e hakaret o kadar olağanlaştırılıyor ve yaptırımsız bırakılıyor ki, Atatürk’ün bizzat kurduğu Diyanet İşleri’nin başkanlığını yürüten zatın, Ayasofya minberinden okuduğu lanet, “yargının Ali Erbaş sessizliği” olgusuna dönüşünce, kurumun her kademesindeki şuursuz görevliler, içlerindeki Mustafa Kemal nefretini kusmakta sakınca görmüyorlar. Neyse ki, şuur ve bilinç sahibi, Cumhuriyet’in kıymetinin farkında olan pek çok din görevlimiz bu çirkin yaklaşıma karşı tepkisiz kalmıyor. İmam Muhammed Ali Gök sosyal medyadan yayınladığı videoda “Dün iki tane akıl yoksunu grubun Atatürk'e beddua ettiği videoyu üzülerek izledim. Buradan Cumhuriyet’e bağlı, kalbi Atatürk sevgisiyle atan bütün vatandaşlarımıza sesleniyorum: Hiç endişeniz olmasın, bizler bütün milli bayramlarda ek olarak olan milli yas günümüz 10 Kasım'da Atatürk’ü rahmetle yad eden, Cumhuriyet’e bağlı Atatürkçü imamlar olarak buradayız. O akıldan yoksun grubu şiddetle kınıyorum, lanetliyorum” şeklinde duygularını dile getirdi. Yine Nusretiye Camii imamı Ferdi Gümüşçü “Cumhuriyet'in kurucusu, mensubu olduğum Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran, Kuran-ı Kerim’in anlaşılması için meal çalışmasını başlatan, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e edilen hakaret, iftira ve bedduaları bir din görevlisi olarak şiddetle reddediyorum”  sözleriyle tepkisini ve rengini ortaya koydu. Dilerim bu mert vatandaşlarımızın akıbeti, Atatürk’e sahip çıkan ve TSK’daki cemaatçi oluşumlara göz yummadıkları için ihraç edilen Tuzla Piyade Okulu’ndaki 7 teğmene benzemez! Toplum olarak onların arkasındayız!

 

Hal böyleyken savcılara, yargıçlara ve Cumhuriyet Başsavcılarına soruyoruz: Bu ülkede Atatürk’e, kurucu değerlere sövmenin ve Cumhuriyet’e küfretmenin önü daha ne kadar açık kalacak? Kim, ne yapmaya çalışıyor? Lütfen artık kartlarınızı açık oynar mısınız? Refahlı Şevki’ye özel yasalar mı çıkardınız? Atatürk’e sürekli hakaret etmeye cüret eden yobaz imamları daha ne kadar yok sayacaksınız ve koruyacaksınız? Adliyenin içinde şeriat sloganları atan ve hiçbir ceza almayan, Cumhuriyet’e karşı örgütlenircesine cirit atan kesim hakkında ne zaman, ne yapacaksınız? TRT’de muhalefet partilerine iktidar partisinden neredeyse 80 defa daha az yer veren anlayış, daha nereye kadar sürecek? “1923 yılından sonra yapılan devrimleri tasvip etmiyoruz” diyen fütursuz insanlar, Türk Ordusu’nun içine nasıl sızıp da teğmen olabilmiş?

 

CHP’NİN PASİF TAVRI

CHP’nin yeni Genel Başkanı Özgür Özel’i, kendisi henüz grup başkanvekili iken televizyonlarda pek çok kez izledim. AKP’ye karşı argümanları en sert şekilde art arda sıralayabilen bir insandı. Şimdi ise, CHP bu tepkileri aynı perdede ve hızda vermiyor; çünkü büyük ihtimalle önümüzdeki yerel seçim arifesinde “Aman şimdi din düşmanı (!) gözükmeyelim” şeklinde gelişen bir hassasiyetle ilgili bir imtihan geçiriyor. Özel’i çok severim ve destekledim. Kendisinden Grup Başkanvekili olduğu dönemdeki yoğun hassasiyetine tekrar yükselmesini bekliyorum. Ben özellikle Özgür Özel’den ve Ekrem İmamoğlu’ndan, bu gibi hassas konularda anında devreye giren otomatik, hızlı ve akılcı savunma refleksleri bekliyorum. Yobazların ağzının payını vermekle, din düşmanlığı kavramı arasında, sözcüklerde kaybolmayacaklarından eminim; kendilerinin de emin olmasını bekliyorum. Çünkü unutmayalım, din tüccarlarının ağızlarının payı CHP’liler tarafından verilmediği zaman, bu pasif tavrı gören ödünsüz Atatürkçüler kaçınılmaz şekilde akılları karışarak başka muhalif partilere kayıyorlar ve oylar yerel seçimde bölünmüş oluyor.

 

Bilmem anlatabildim mi derdimi, sevgili okurlarım. Artık çifte standartlardan da bıktım, yobazların odağında linçe maruz kalmamak için çekilmeyen filmlerden, yayınlanmayan reklamlardan, makaslanan sahnelerden, sergilenmeyen resimlerden de… Hepsi artık midemizi kaldırıyor.

 

Bu ülkenin 1930’larda 1940’larda nasıl yaşadığını, hangi kültürü var ettiğini, Resim Heykel Müzesi’nde her gün hangi eserleri izlediğini hatırlarsak, bugün, 21. yüzyılda atılan “geri” adımların vahameti daha da net şekilde ortaya çıkar.

Yazı Tarihi: 22.02.2024
Paylaş
Benzer Yazılar
Videolar