“Nepotizm, akraba kayırma veya adam kayırma, öznel ve adil olmayan şekilde yapılan ayrımcılık.
Nepotizm kavramının Latince'de “Nepot” sözcüğünden geldiği, İngilizce’de ise "Nephew" (yeğen) olduğu değişik çalışmalarda ifade edilmiştir. Nepotizm, kamu örgütlerinde ve iş örgütlerinde karşılaşılan önemli sorunlar arasındadır. Türk Dil Kurumu bu kavramı arkadaş veya akraba kayırma" şeklinde açıklanmıştır. Türkçede nepotizm anlamında iltimas, torpil, dayıcılık ve kohumbazlık sözleri de bulunmaktadır. Nepotizm kavramı günümüzde akraba ve yakınların aynı işletmede işe alınması şeklinde ele alınmaktadır. Ayrımcılık içeren alımlar bir kimsenin beceri, kabiliyet veya eğitim düzeyine bakılmaksızın istihdam edilmesi yönündedir. Nepotizm kavramı öznel bir şeklide yapıldığından dolayı genellikle mağdurlar yarattığı düşünülmektedir. Aynı zamanda bu ayrımlar örgütsel ilişkilere de zarar verebilir. Bu ayrımcılıkların kişileri yükseltici veya ayrıcalıklı bir konuma getirmesi durumunda diğer insanlar tarafından memnuniyetsizliğe neden olacağı belirtilmektedir.” -Vikipedi
İhale vermeleri, kadrolaşmayı, hizmet kayırmacalarını bir kenara bırakalım. Dün Kılıçdaroğlu’nun yaptığı açıklamanın ekseninde, bu tür yolsuzlukların ve ülkemizde artık normalleşen ve hatta küçümsenen ödeme miktarlarının yanında ufacık kalan dünyadan örneklere ve sonuçlarına bakalım.
İlki, İsveç Bakanı Mona Sahlin, devletin tahsis ettiği kredi kartı ile kıyafet ve çikolata gibi ürünlere toplamda 5.300 Euro harcama yaptığı için soruşturma başlatılmış ve sonunda istifa etmişti.
İkincisi, Fransız Milletvekili Coralie Dubost kendisine 2.000 Euro değerinde iç çamaşırı aldığı için istifa etti.
Üçüncüsü ise Danimarka Kalkınma Bakanı Christian Friis Bach’ın istifası… Hükümetin yardım ettiği uluslararası bir örgütün kasasında çıkan açığı iyi denetleyemediği ve fark edemediği için istifa eden Bakan…
Son örnek de bizden olsun… Turgut Özal’ın kızı Zeynep ve eşi Asım Ekren’e hediye edilen Jaguar araba, dönemin siyasi gündemi içinde günlerce kamuoyunu meşgul eden dev bir olay olmuştu.
Evinde sigortasız şekilde dadı çalıştırdığı için istifa eden İsveç Ulaştırma Bakanı Maria Borelius veya 2020 Olimpiyat Oyunları için inşa edilen stadyum maliyetindeki öngörülemeyen artış nedeniyle istifa eden Japonya Spor ve Eğitim Bakanı Hakubun Shimomura veya elektrik faturalarının kabarık gelmesi ülke genelinde protesto edilince istifa eden Bulgaristan Başbakanı Boyko Borisov veya vaadettiği yaşlılık maaşını uygulamaya geçiremediği için istifasını veren Güney Kore Sağlık ve Refah Bakanı Jin Yong gibi siyasileri hiç saymıyorum bile…
CHP LİDERİNİN SÖZLERİ…
Kılıçdaroğlu’nun dün gece yaptığı konuşmaya geri dönelim. Toplum artık öyle bir noktaya geldi ki, izlerken “eee bunda ne var ki?” diyerek, bu durumları normalleştirebiliyor:
CHP lideri Kılıçdaroğlu paylaştığı videoda AKP’nin ve iktidarın aracılığını yapan, işlerini sürdüren bürokratlara en sert ikaz ve ihtarları “Kılıçdaroğlu’ndan onlara son iyilik” olarak yaptıktan ve “kalkacak son uçakta onlara yer ayrılmadığını” hatırlattıktan sonra, şu açıklamalarda bulundu: “Bir vakıf kurduruyorlar, Amerika’da. Neden Amerika? Ülkeyi Kataristan’a dönüştürenler, Katar’a gider diye beklersiniz ya, biliyorlar mı o ülkelerde hukuk yok. İlk uçakla geriye gönderirler bunları. Amerika kanunlarının arkasına ise gizlenebilirler. Çünkü orası hukuk devleti. Yani hukuksuzlukla yok ettikleri ülkeden, hukuka sığınmak için ABD’ye kaçmak istiyorlar. Kendileri için yeni bir Pensilvanya yaratmanın peşindeler. Peki ne yapıyorlar? Paravan bir vakıf kuruyorlar. Başına bir Amerikan vatandaşını koyuyorlar. Ama vakfın asıl yönetimi, Erdoğan ailesi üyelerine ait. Şimdi isim vermeyeyim, belki kendileri söyler. Aile içi işlerine karışmayayım. Bu paravan yapının, izin çıkarma hakkı kazanması için paraya ihtiyacı var. Türkiye’den iki vakıf seçiliyor. Öğrenciler için kurulmuş süsü verdikleri vakıflar. Bu vakıfların asıl var olma sebeplerini de bugün öğreneceksiniz. TÜRGEV ve ENSAR. Bu vakıflar başlıyor, paraları bir Amerikan vatandaşına göndermeye. 20 milyon dolar, bir 10 milyon dolar, bir 20 milyon dolar, bir 10 milyon dolar. Bir TÜRGEV, bir ENSAR. Bir TÜRGEV, bir ENSAR. Durmuyorlar. Para gönderimi listesinin sonu yok. Hepsinin dökümleri elimizde. 1 milyar lirayı şıp diye transfer ediyorlar Amerika’ya. ENSAR’cığım, TÜRGEV’ciğim. Bu paraları size kim verdi? Siz bu paraları nereden buldunuz? Bu paraları neden Amerika’ya sürekli transfer ediyorsunuz? Bu dövizleri neden Amerikalara taşıyorsunuz? Paralel hayatlar kurma görevini size kim verdi?”
PEKİ YA BUNLARIN CEVABI NEDİR?
İktidarın Kılıçdaroğlu’na verebileceği ve zaten verdiği cevaplar da ortada. Bunun bir iftira kampanyası olduğunu, yapılan her şeyin legal olduğunu ve iddiaların temelsiz olduğunu çeşitli sözcüler ısrarla vurguladılar. Şu anda bu canlı polemiği belgeler üstünden iktidar ve muhalefet arasında bir siyasi veya hukuki konu olarak bırakalım ve somut benzer ama farklı başka verilere dönelim: Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kendisinden önceki AKP dönemine ilişkin başlattığı incelemede ortaya çıkan bazı vakıf ve derneklerle yurt inşaatları, bina kiralama, bakım-onarım tadilatı, ulaşım-yeme-içme, proje, diğer yardımlar ve tefrişat gibi kalemlerde tespit edilen maddi iş birlikleri. Doğrudan kaynak aktarımlarına gelecek olursak, ENSAR Vakfı 30.5 milyon, TÜGVA 76.5 milyon ve TÜRGEV 232.3 milyon “yardım” almış görünüyor.
Şimdi makalenin başına dönelim, sizce biz “devlet kartı ile çikolata alma suçlusu” Mona Sahlin’e bu durumları anlatıp, Türkiye’de iktidarı elinde tutanların çocuklarına, yakınlarına, damatlarına, devletin belediyeleri aracılığıyla hangi yüz milyonların, arsaların, hizmetlerin dağıtıldığını anlatsak, acaba kendi istifa gerekçesi gözünde bir kum tanesi gibi görünmez miydi, bütün algıları ve değer yargıları alt üst olmaz mıydı? Veya mesela Kılıçdaroğlu, Yavaş veya İmamoğlu akrabalarının vakıf ve şirketlerine bu şekilde kıyaklar veya hibeler yapar mıydı, yapabilir miydi, daha doğrusu yapmayı aklına bile getirebilir mi? Tabii ki hayır!
Yoksa bizler, bu toprakların kazanında, bu iktidarın ateşi altında yirmi yıldır artık beynimiz fokurdayarak fazlasıyla alıştık ve alıştırıldık mı bu olan biten olaylara?
Bu ülkede meşhur bir laf vardır, doğduğumdan beri duyarım: “Devlet malı deniz, yemeyen domuz”. Anlaşılan kimse “domuz” olmayı kendine yediremediği için bunlar yaşanıyor, ne diyeyim…