Aslında bugün benden farklı bir yazı okuyacaktınız, ama son anda gecenin 04.00’ünde ODAtv sitesinde okuduğum Kerem Çalışkan’ın yazısı, beynimde uçuşan diğer güncel dertlerimizi tetikledi. Ezcümle şunu diyordu Çalışkan yazısında:
“Ya millet ‘Tek Adam’a böyle toptan bir yetki vermek istemezse… O zaman millet terörist mi olacak? Ama Erdoğan’ın bu sözleri aslında referandum sonrası için şimdiden bir manevra düşündüğü kuşkusunu doğuruyor…
Erdoğan şimdiden tıpkı 7 Haziran 2015 seçiminden sonra yaptığı gibi eğer kaybederse ‘Bunu saymam’ demeye hazırlanıyor…
Kaybederse, ‘FETÖ-PKK kumpas yaptı, hile yaptı’ gibi şeyler söylemeye hazırlanıyor…Türkiye şimdiden Erdoğan’ın 16 Nisan sonrası girişebileceği bu tür manevraların, bu tür kumpasların önünü kesmelidir..
Erdoğan Türkiye kamuoyu önünde sandıktan ‘Hayır’ çıkarsa bunu kabul edeceğini ilan etmeye zorlanmalıdır…
Bunu hem muhalefet partileri, hem MHP hem kitle örgütleri ve STK’lar istemelidir…”
ERDOĞAN’A BÖYLE ALTIN TEPSİDE BİR FIRSAT SUNULAMAZ
Sevgili Kerem Çalışkan’ı ve tüm demokratik ortamımızı uyarmak istiyorum. Erdoğan ve yandaşlarının, ekibinin nasıl bir güç sarhoşluğu tırmanışında olduğunu bilmeyen yok. Böyle bir ortamda toplum kendi evhamlarını, kaygılarını ve hatta paranoyalarını “karşı tarafa” hissettirirse, o cephe de yeni merdivenlerin ayaklarının altına serildiğini hisseder. Demek istediğim, siz kalkıp ülkedeki gücün en dev lokmasını zaten elinde tutan kişiye “seçimi kaybedersen, sonuçları kabul edeceksin değil mi?” diye sorarsanız, o da bu fırsatı gökten kucağına düşen koca bir hediye olarak görür! Önce içinden “demek böyle alternatiflerimiz de varmış!” der, ardından da bu konu etrafında beyin fırtınası için kurmaylarını toplar. Ondan sonra da TABİİ Kİ Çalışkan’ın duymak istediği yanıtı verecek hali yoktur. En iyi ihtimalle “bakarız artık o seçimlerde şaibe var mı yok mu” şeklinde bir sıvışma ile o yanıt geleceğe havale edilir ve keyifle cebe yerleştirilen bu yeni büyük silah okşanmaya ve kurgulanmaya bırakılır.
Hiç kimsenin, Erdoğan’a “Bu referandumun neticelerini sayacaksınız değil mi, lütfen bunu yanıtlayıp bizi rahatlatın” diye bir soru yöneltme hakkı yoktur. Çünkü bunu yaptığınız andan itibaren, Erdoğan arzuladığınız yanıtı vermeyeceği gibi, toplumda böyle oyunbozanlıkların kabulüne de yer ve imkan olduğunu büyük bir keyif ve huzurla keşfetmiş olacaktır. O andan itibaren bunu legal ve somut bir şekilde gündeme düşürülmüş bir olasılık, bir B planı olarak algılayacak, karargah masasına bunu öyle not düşecektir. Üstelik bu soru sorulduğu an, EVET cephesinin bilinçaltı da olsa psikolojik olarak mağlubiyete de kendini hazır hissedebilmesi engellenmiş olacaktır. Bu nedenle, ne Çalışkan o iyi niyetli yazıyı yazmış olsun, ne de bizler okumuş olalım derim.
RAKİP HOCAYA “KAZANABİLİR MİYİZ?” DİYE SORULMAZ!
Hiç kimsenin, hiçbir tehdidin halkın yanıtının önüne geçebileceği fikrini ne yayalım, ne de kendimiz düşünelim. Demokratik ve hukuki tüm yaşamsal hakları ve özgürlükleri için kocaman bir HAYIR demek için çalışan tüm kesimler, yani gazeteciler, ev kadınları, kitle örgütleri, üniversite öğrencileri, milletvekilleri, esnaf, emekliler, her şeyden önce bu referandumu KAZANACAKLARINA kendileri inandırmalı ve hatta şartlandırmalıdırlar. Bu inanç, kendi bünyesinde rakibinden bir “hak” bekleyişi içinde olamaz. Bunu yapmak, futbol maçında rakibin hocasına veya başkanına, “izninizle sizi yenebilir miyiz?” demeye benzer. Veya taraf tutan hakemden benzer bir izni istemeye... Referandumdan “hayırlı” bir sonuç bekleyen toplum bu gergin ortamda kazanacağına inanmazsa, kazanamaz. Zafere inanmazsa, birbirini sandığa gitmeye de inandıramaz, kararsızları da ikna edemez. “Biz bu maçı hakeme ve polis baskısına rağmen kazanırsak, acaba Federasyon bu maçı tescil eder mi?” diye bir soru soran takım, maçı almasını zorlaştırmamın yanı sıra, “O” Federasyonun da “demek böyle yetkilerim de olabilirmiş” diye kötü düşüncelere dalmasını sağlar. Bir hatırlatma daha: Adil Gür’ün kimseyi ikna etmeyen verdiği son rakamlarda bir gerçek payı olsaydı, Erdoğan anketler konusunda o morali bozuk demeçleri verir miydi?
Toplumun yaşadığı paranoyalar, çeşitli kesimleri hem otosansüre, hem saçma davranışlara, hem de mantık ötesi düşüncelere taşıyabiliyor. Doğan grubunu, İrfan Değirmenci’yi Kanal D’den çıkarmaya taşıyan korkular, Fatih Çekirge’nin aynı mantıkla sırf “Evet” diyerek güçten yana saf tutmasını görmezden gelen pratik tavırlar, hep bu çalkantılı ve us dışı girdaba kapılmış toplumun kendisine reva görebildiği tutarsızlıkların uzantısı.
ŞİDDET BEKLENTİLERİ/ÇAĞRILARI!
Toplum aynı zamanda, bir şiddet beklentisi içinde. İkiye ayrılıyor bu korkunç şiddet beklentisi: Birincisi, bilerek dozu arttırılan gergin ortamda, referandum öncesi yaşanabilecek ağır tehditler ve hatta şiddet maceraları. İkincisi ise şayet HAYIR kazanırsa oluşacak artçı kaos ve şiddet ortamı. Ya da özellikle HAYIR diyenlerin bazı kesimlerinde görülmeye başlanan “bunlar seçimleri kazanırlarsa, bize yaşam hakkı tanımazlar, bizleri yok ederler” düşüncesi. Bu da eşit derecede sağlıksız bir düşünce. Bunu düşünmek, “çağırmak”, bunu bir beklenti ve saplantı haline dönüştürmek yalnız karşı tarafa yarar.
Yanlış anlaşılmasın. Her fırsatta sağa sola saldıran çeşitli yobaz unsurlar, yine etrafta meydanı boş hissedip, iktidarın da onlara sağladığı bilinçaltı-üstü güçlerle aydınları hedef gösterip, ortalığı yaşanamaz hale dönüştürmek için bir çaba içindedirler. Malum kışkırtıcı kanalın programcısının Yılmaz Özdil’e ve özellikle Müjdat Gezen’e yönelik saldırıları, tehdit ve küfürlerini görecek kadar gözü hala açık savcılar umarım bu ülkede var. Demokratik toplum, bu akıl almaz ve kabul edilemez saldırılara sessiz kalamaz, sinemez, görmezden gelemez. Bu hatayı yaparsa, malum güçler “demek meydan bu kadar boşmuş” derler ve artık her yeni hamleyi de kendilerinde hak görürler. Bu bir satrançtır. Demokratik özgür toplum, yıllardır şehir planlamacılığı açısından polemikleri süren “Taksim’e Camii” projesinin 24 saatte oldu-bittiye getirilerek uygulamaya konmasını seyredecek kadar şaşkın ve hazırlıksız yakalanmaya müsait, farklı bir ortama itilmiştir. Boks deyimiyle bu “grogi” durum, ortalığın hukuk dışı saldırılar ve tehditlerle bir kargaşaya dönüşmesine seyirci kalma noktasına taşınırsa, bu demokratik Türkiye’nin intiharı olur. Hiçbir kişi veya kurum, demokratik savunu ve mücadele reflekslerini kaybedemez!
İşin özeti şudur: Provokasyonlara gelmeden, kendi alanını, söylemini ve varlığını korumak. Çünkü Saray yandaşları, provokasyonları, gerek dillerinde, gerek sokakta yukarıya doğru pompalayarak dozu arttıracaklarını belli etmişlerdir. Bu hassas denge, demokratik, Cumhuriyetçi, Atatürkçü toplum kesimlerinin bu kriz günlerinden “kazanan” olarak çıkmalarını sağlayacak ana unsurdur.
CHP AYM’YE GİTMEMEKTE HAKLIYDI
Çeşitli Atatürkçü yakın dostumun yazdıkları tüm eleştirileri okumuş olmama rağmen, CHP’nin de bu zor dönemde önüne çıkan hassas konuda doğru bir karar aldığını savunuyorum. Referandum ve yasa tasarısı, her açıdan AKP ve RTE’ye yarayacak bir hamle olurdu. Aldığı geçmiş kararlara baktığımızda, bugünkü mahkeme yapısından “Hayırlı” bir karar beklemek, mantıklı bir davranış olmazdı. Üstelik, ülkenin bugün içine itildiği psikolojik savaşlarla dolu yoz ortamda “gördünüz mü, kendilerine güvenmedikleri için AYM’ye gidip, referandumdan kaçmaya çalıştılar” cümlesi, Demokles’in kılıcı gibi iktidarın elinde sallanan bir büyük silahtı. O silah şimdi kullanılamaz duruma düştü. Bu demagoji imkanı ellerinden alındığına göre, “Hayırcılar teröristtir” saldırısından Numan Kurtulmuş’un ağzından geri adım atıp şimdilik vazgeçtiklerine göre, önümüzdeki günler, EVET diyenlerin kendi adamlarının, dev tartışma masalarında yeni Zihni-Sinir proceleriyle suyu bulandırma çabalarını devreye sokacaklarının habercisi olmuştur. Buna hazır olun, ama yeter ki sizler kendi sinirlerinize hakim olun! Unutmayın, Satranç oynuyoruz! Hem de biz vezirsiz oynamamıza rağmen kazanmak durumundayız. Silahımız ise orantısız zekamız, zafere olan inancımız ve dayanışmamız!