Aramızda kalsın ama kasım ayı adeta kâbus gibi geçti. Tam 32 yıl önce, Kasım 1982’de Amerika’da yine saati 10 dolara bir tenis dersi daha vermiştim ve salam, peynir, süt ve ekmek aldıktan sonra eve varmıştım. Aralık ayında birlikte yaşamak için yanıma taşınması gereken İsveçli sevgilim bana ekspres posta ile iki ayrılık mektubu yollamıştı. Ne yaptıysam fikrini değiştiremedim. Benim için bir yıkım gibiydi. Biz sanatçıların zor anlarda üretme güdüsü tavan yapabilir. İşte o ani ayrılığın acısıyla birçok resim yaptım. “I Never Liked November Anyway” (Kasım ayını zaten hiçbir zaman sevmedim) bunlardan biriydi. O eser şimdi kim bilir hangi evde asılı…
Ben zaten nisan başı-haziran sonu arası yaşayan bir bahar insanıyım. Kasım gerçekten en sevmediğim aydır. Günler hızla kısalır, soğuk hava, yağmur çamur gelir. Bu sütunu takip edenler herhalde benim futbol ve tenis hastası olduğumu bilirler… Teniste sorun yok ama bu kasım ayında Milli Takım’ın başına gelmedik kalmadı. Milli Takımımız futbol dünyasının “Şanzelize’sine” taşınmak üzereydi ama üst üste iki maç sınıfta kaldı. Fenerbahçe deseniz, Türkiye’de herkesi yendi ama Hollanda’da Avrupa seferindeki gemimiz fena battı! İnşallah bu akşam daha iyi oynarız Prag’da…
İKTİDAR BASKIYI TAM GAZ SÜRDÜRÜYOR
Bırakın futbolu tenisi, daha hayati konulara girelim. Bütün ülkeyi baştan sona sarsan her türlü bela, felaket, çirkinlik, adaletsizlik; her şey sanki Kasım’da tavan yaptı, yoğunlaştı… Geçtiğimiz ağustos ayında gelen Narin Güran olayı artık çözüleceğine, her gün daha da batağa saplanırken, üst üste akıl almaz haberler birbirini izledi. Onlardan yalnız birkaçını hatırlamamız bile bu kasımdan nefret etmek için yeter de artar bile! Bir de adı belirsiz, “kayyum-kayyım” krizimiz var, her gün dallanıp budaklanan… DEM Parti belediyelerine adeta saldırırcasına o pozisyonlara kayyum atanmasından önce, CHP’nin Esenyurt Belediyesi sanki öncelikle pilot bölge olarak dönemin ilk kayyum denemesini yaşadı; sonra diğerleri birbirini takip etti. Üstelik ardından sıranın İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne geleceği söylentileri, halkımızın midesini daha da bulandırdı…
Aynı günlerde hakkında o güne kadar söylenecek hiçbir kötü söz bulunamayan Ankara Büyükşehir Belediye başkanı Mansur Yavaş hakkında konserlere devasa paralar dağıttığı savıyla önce dedikodulu yorumlar yaydırılmış, sonra da hemen soruşturma açılmıştı. Gören zanneder ki -başta dinozor parkı olmak üzere- AKP Belediyeleri bugüne kadar sütten çıkmış ak kaşık gibi davranmışlardır ve CHP Belediyeleri’nin sözde müsrifliklerinin yanında bahsi geçen rakamların belki 50 misli, 100 misli rakamlar etrafta uçuşmamıştır!
Kendini madene hapsederek Çayırhan Termik Santrali’ndeki özelleştirmeye karşı protestolarını inançla sürdüren 500 işçimiz, maalesef hala hükümetin iş yerlerindeki can güvenliği konusunda da kaygılarını gidermediğini haklı olarak vurgulamaya devam ediyorlar. Dua edelim ki, değerli işçilerimiz hakkında da onların taleplerini gerçekleştirmek yerine benzer senaryolar yürürlüğe konmasın…
Millî Eğitim Bakanı’nın işgal ettiği koltuğu ve tarumarı sürdürüp katmerlendirdiği eğitim sistemini umursamadan, halkı isyan ettirerek bodoslama laikliğe saldırması, Atatürk dönemi ve din-devlet ilişkileri hakkında ileri geri iddialar öne sürmesi, toplumun bütün aydın kesimlerinden hak ettiği cevapları almış, “Şark cephesinde yeni bir şey yok” dedirtmiştir…
TEĞMENLERDEN NASUH’A KADAR, EN AĞIR SUÇLAMALAR…
“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye ortalığı gururla inleten genç teğmenlerimizin yaşamadığı kalmadı, kriz kuluçkaya yattıktan sonra disipline verildiler ve ülkenin ezici çoğunluğu, o günden beri onlara duyduğu sevgi ve hayranlıkla, yaşadıkları haksız tehditler arasında kendini binbir parçaya bölünmüş hissediyor! Nasuh Mahruki halkımızın en sevdiği, en sağlam bulduğu, en güvenilir karakterlerden biri. Akut’la beraber başardıkları, Everest’in tepesine Türk bayrağını dikmesi, her depremde, her felakette canını hiçe sayarak -hatta annesinin vefatında dahi- afetzedeleri kurtarmak için harcadığı büyük çaba, onu Türkiye’nin sevgilisi yapmıştı. Twitter’da Türkiye’nin seçim sistemi üzerine duyduğu endişeleri dile getirirken hakkında soruşturma açıldı ve tutuklandı. Demokratik bir ülkede aydınların, yazarların, vatandaşların medya veya sosyal medya üzerinden iktidara ya da birbirlerine eleştiri yapma hakları kutsaldır. Tıpkı iktidarı veya başka partileri övme ve destekleme hakları gibi. Yerginin olmadığı yerde övgünün de hiçbir değeri yoktur. Mahruki yıllardır Türkiye’nin gururu olmuş, lider, sporcu, yazar ve sorumlu-örnek insan kimlikleri ile herkesi derinden etkilemiş bir vatandaşımızdır. Ama kimsenin anlam veremeyeceği bu ağır hassasiyet (!) ile, sanki Türkiye’de iktidar kesimleri herkese sonsuz bir nezaket, şeffaflık, dürüstlük ve zarafetle davranıyormuş gibi, bir anda Mahruki günah keçisi yapılmış ve nurtopu gibi bir krizimiz daha olmuştur! Onun ardından herkesin bahsettiği bir konuya televizyonda değindikleri için, sıra özgür gazeteciliğimizin en iyi temsilcilerinden İsmail Saymaz ve Fatih Altaylı’ya gelmiş, hemen onlar hakkında da anlaşılmaz şekilde, zaten medyaya fazlasıyla yansımış MHP milletvekilleri ile ilgili koyu gri durumlar hakkında konuştukları için açık soruşturma açılmıştır. Adeta her birimizin “casus” olarak tanımlanmasını sağlayacak “Etki Ajanlığı” yasası ikinci kere parlamentoda geri çekilmiş, ancak demoklesin kılıcı gibi Türkiye’de tepki vermeyi bilen insanların üzerinde en tehditkar şekilde sallanmaktadır! İktidarın arzu ettiği herkese karşı inanılmaz suçlamalar dökümünü legal olarak saptama ve tanımlama konusunda çok özel ve derin bir kabiliyeti vardır… Mesela Nasuh’un “Halk arasında korku, panik ve endişe yaratacak şekilde kamu düzenini ve iç ve dış huzuru bozacak bozacak yalan haber paylaşmak” ya da teğmenler hakkında “Devletin ve Türk Silahlı kuvvetlerinin nitelik itibarına zarar verecek tutum ve davranışlarda veya ağır suç veya disiplinsizlik teşkil eden fiillerde bulunmak”… Ama ilginçtir ki, değerli savcılarımızın aklına hiçbir zaman halkı birbirine düşürmek, endişe yaratmak ve benzeri suçlamaları, Atatürk’e karşı, Anıtkabir’e karşı, laikliğe karşı, anayasanın temel maddelerine karşı her türlü saygısızlığı ve saldırıyı açıkça medya veya sosyal medya yoluyla yapan kişiler için devreye sokmak gelmiyor. Onlar hakkında bu hazır kalıp ağdalı suçlamalar hiçbir şekilde böyle hızlı ve “otomatik” olarak devreye giremiyor!
KADINLARIMIZIN KAPKARANLIK KASIM’I VE YENİ HEDEF: BEBEKLERİ!!
Maalesef yıllardır kadınların şiddete uğrayarak öldürüldükleri, dövüldükleri ülkemizde Kasım 2024 bu istatistiklerde tavan yapmış, rekor sayıda kadınımız psikopat erkekler tarafından öldürülmüştür. Peki ne beklersiniz böyle bir ülkede? Herhalde hükümetin mahcup olmasını, kadın haklarını öne çıkararak yaşanan dev şiddet olaylarına karşı halkı ayağa kaldırmak için onlara destek vermesini değil mi? Fakat Türkiye’de ilginç bir şekilde her şey tersinden yaşanır. Şiddete karşı düzenlenen yürüyüşe izin verilmediği gibi bunu deneyenler en sert şekilde polisler tarafından durdurulmuşlardır! Yenidoğan Çetesi, daha önce dediğimiz gibi nereden çıkabildiğini anlamadığımız, Orta Çağ’ın bile yanlarında hümanist görünebildiği bir utanç şebekesidir.
Her gün medyada hemcinslerinin hunharca katledildiğini görerek yaşayan, her gün yeni katliam haberlerine uyanan ve bu kabusların ortasında yaşayan kadınlarımızın durumu, anlaşılan yeterince rahatsız görülmedi. İktidar onları nasıl daha da mağdur edebilirim diye herhalde çok düşündü ki yeni bir uygulamaya yöneldi: Özel hastane teröründe bebeklere sahip çıkmadıkları gibi, bütün bu olaylardan sonra ne yapacağını bilemeyen ve muhalefete olan saldırılarını her sahada beşinci vitesi çıkarmış olan iktidar güçleri, hızlarını alamadılar ve bu defa sosyal devlet pratiği eksikliğini görüp taşın altına elini koyan belediyelerin hizmete soktuğu “çocuk kreşlerini” yeni hedefleri olarak ilan etmeye karar verdiler! Şaka gibi gerçekten…
PEKİ “GÜZEL” NELER OLDU?
Ekrem İmamoğlu’nun bu kreşler konusunda “Hadi buyurun gelin kapatın bakalım kapatabiliyorsanız!” şeklinde meydan okuması içimin yağlarını eritti! (Olur mu dersiniz? AKP’nin polis ve jandarmaları artık bebeklerimizin yuvalarını da mı basacaklar?)
Bence yaşanan diğer “güzel olay” bütün bu ağır dert-tasa ve streslerin ortasında hala bizi güldürmeye çalışan iyi kalpli AKP’li ünlü siyasetçiler olmasıydı! Genel Başkan yardımcısı ve eski Bakan Nihat Zeybekçi “Şurada bunu net şekilde söylüyorum eğer Atatürk bugün hayatta olsaydı CHP’ye üye bile yapmazlardı. Atatürk’ün üye olacağı tek yer AK Parti olurdu” derken, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin “Sizin anladığınız laiklik, camilere kilit vurmak ve ahıra çevirmek” deyiverdi! Gerçekten onlara rakip olacak tek tanıdıklarımız Cem Yılmaz ve Ata Demirer olabilirdi ancak…
Bu korkunç ayın ortasında 13 Kasım’da, geçen hafta yazdığım şekilde “Telefon Çetesi” bana karşı en ağır senaryolarını yaşama geçirdiler ve tam e-Devlet hesabıma el koymalarına ramak kalmışken, olaya uyanmamı engelleyemediler! Bu da “kıssadan hisse” halkımıza her yerden yaydığım bir uyandırıcı hap gibiydi…
Bir dördüncü ve hatırladığım son güzellik, Kemal Kılıçdaroğlu’nun kendisi hakkında açılan hakaret davasında tarihe geçecek bir savunmayı mahkemenin ve medyalar aracılığıyla Türkiye’nin gözüne sokmasıydı… Tahmin ediyorum onun aleyhine dava açanlar, için için o noktada suspus kaldılar, davayı açtıklarına, açacaklarına pişman oldular. Kılıçdaroğlu’na telefon ederek kendisini tebrik ettim ve bu metnin dünya siyasi tarihine geçecek düzeyde olduğunu düşündüğümü ve buna gönülden inandığımı söyledim. Tabii ki yazdığı bu müthiş savunma, Kılıçdaroğlu’nun halk hatta CHP’liler düzeyinde yarattığı tüm zaman ve ivme kayıplarını örtmez. Maalesef hiçbir hatasını kabul etmemek, örneğin “Ekmek için Ekmeleddin” projesini dahi hala savunabilmek, Davutoğlu ve Babacan ortaklıklarının hala arkasında olmak, kendisinin olmazsa olmaz -bence gereksiz- bir ısrarıdır. Hata insan içindir fakat bundan ders almayı başarırsanız…
Maalesef görüyoruz ki Türkiye Cumhuriyeti’ne kasteden FETÖ’nün yapmayı denediği darbe girişimi, kesinlikle AKP iktidarına bir ders niteliği oluşturmadı. 15 Temmuz sonrası, AKP’nin duyduğu mahcubiyet hiç uzun sürmemiş ve şu anda kendilerine dur diyecek hiçbir “fizik gücün” ortada görünmemesi, bu gidişatı beşinci vitese çıkarma senaryosunu hızlandırmıştır. Evren, bizi buna benzer kasım aylarından ve beterlerinden korusun!