Dokuz gününüzü, İtalya’da sergi ve müze gezilerinin ana gündem olduğu bir seyahatte geçiriyorsanız, önünüzde hangi kültürel deryaların sizi beklediğinin yoğun olarak farkına varıp, hayatınızı tekrar sorguluyorsunuz. Bizler yaşamımızı ömür üstünden Türkiye’nin gündemi üzerine kurmuşuz. Yanlış anlamayın, bundan hiçbir zaman kaçmadığım gibi, hayatımın yarısı bu okuduğunuz makaleler, televizyon tartışmaları, paneller, kitle örgütleri, üniversiteler veya liseler arasında geçiyor. Buna arşiv ve tarih çalışmaları, yazdığım kitaplar, dergi makaleleri ve mecburi günlük hayatı eklediğinizde ortaya çıkan röntgene göz atabilirsiniz. Bayram tatilinin üzerine kurulan bir İtalya seyahati, bana normalde ortasında yüzmemiz gereken tarih-kültür-sanat üçgeninin su ve oksijen kadar gerekli olduğunu bir defa daha hatırlattı. 59. Venedik Bienali’ni böylece birkaç aylık bir gecikmeden sonra görebildim. Sevgili annemin geçirdiği kaza sonucu oluşan ve artık uzun aylara yayılan ağır rahatsızlık, bu aya kadar İstanbul’dan 3-4 günden fazla uzaklaşmamı engellemişti. Şimdi durumunun hiç olmazsa stabilize oluşu nedeniyle göze alabildim bu yolculuğu. Bir köşe yazısında, sizlerle bu dokuz günün sadece özet havasını paylaşabiliyorum ancak.
VENEDİK BİENALİ SONBAHARA KADAR SÜRÜYOR
Venedik, su üzerine kurulu aşıklar kenti olarak bilinir. Halbuki iki senede bir tekrarlanan bienal, kentin birçok noktasında 6-7 aya yayılan sayısız aktiviteye dönüştüğü için, artık şehre “aşk turizmi”nin ötesinde damgasını vuruyor. Asırlara yayılan bir ticari gelenek birikimine sahip insanların harika kentinde, sanat üzerine kurulu bir ekonomisi olmayanlar da turizm üzerinden, otel, cafe, bar veya hediyelik tasarım-hatıra mağazaları işletmeciliği gibi tanıdık araçlarla yaşamını sağlıyor.
PAULA REGO VE UFFE ISOLOTTO PARMAK ISIRTAN SANATÇILARDAN…
Instagram hesabımdan (@bedribaykam), bienalden gözüme çarpan eski veya yeni yıldızların çalışmalarından çeşitli paylaşımlar yaptım. Özellikle beni çarpanlar arasında bu sene yeni kaybettiğimiz İngiliz/Portekiz sanatçı Paula Rego’nun resim ve heykel arasında gidip gelen dışavurumcu/ifadeci çalışmaları başta geliyordu. Bana aynı anda Francis Bacon, Balthus, Lucian Freud’ün resimlerini, hatta üç boyutlularda J. Cornell’i düşündürebilmeleri çok şaşırtıcı bir zenginlikti. Danimarka Pavyonu’nda, belinden aşağısı at olan bir kadın ve bir erkek hiperrealist üç boyutlu çalışmaları ölüm üzerine kurgulayan Uffe Isolotto, bienalin en çok ilgi çeken sürpriz yıldızıydı belki de.
TÜRKİYE PAVYONU’NDA FÜSUN ONUR
Arsenale’de Türkiye Pavyonu’nda sevgili dostum Füsun Onur’un işlerinin çok başarılı bir yerleştirmesi vardı. Onur’un kendi yaşamı, geçmişi, kökleri, içinde yetiştiği kültürü ve kavramsal sanat arasında kurduğu kendine has sentezleri çok özgün bir alan oluşturuyor. Bundan şüphem yok. Öte yandan Türkiye’nin yıllar üstünden Venedik Bienali’nde genel olarak fazla risk almayan seçimlerle gerçekleştirdiği katılımları, belki üzerine düşünmeye değer.
PEGGY GUGGENHEİM EFSANESİ ÖLÜMSÜZ…
Kendi ayrı alanını Venedik’te korumayı başarmış, sanat dünyasının büyük ismi, soyut dışavurumculuğun Amerikan süper starı Jackson Pollock’ın keşfinde büyük pay sahibi olan ünlü mesen Peggy Guggenheim’dı. Onun müzesini ayrı gezme şansını yakalıyorsunuz.
Peggy’ye feci bir yoğunlukta imrenmedim desem, yalan söylemiş olurum. Bu hanımefendi dünyadan göçeli 43 yıl olmuş ama ailesiyle beraber kurmuş oldukları müthiş sanat imparatorluğu, Venedik’te, New York’ta, Bilbao’da, Berlin’de ve Abu Dhabi’de parlamaya devam ediyor. Peggy, ayrıca ünlü sürrealist sanatçı Max Ernst’le 4 yıl evli kaldığı gibi, Pollock’la da tensel maceralar yaşamayı ihmal etmemişti; aynen fazla belli etmese de ilk ciddi koleksiyoncusu olduğu Picasso ile de benzer maceralara girişen Gertrud Stein gibi! Hatta Stein’ın bu konuda Peggy’ye tarih üzerinden yol gösterici olduğunu bile söyleyebiliriz. Peggy Guggenheim Müzesi’nde 26 Eylül’e kadar, “Gerçeküstücülük ve Sihir: Modernizmin Büyülenmiş Hali” sergisi yer alıyor. 60 yapıtın yer aldığı sergide, Dali, de Chirico, Magritte, Matta, Tanguy, Paul Delvaux ve Dorothea Tanning gibi akımın ebedi isimleri yer alıyor. Bunun dışında tabi aralarında Braque, Picasso, de Kooning ve kaçınılmaz şekilde Jackson Pollock’ın yer aldığı kalıcı koleksiyonu da bu vesileyle gezebiliyorsunuz. Bu Müzenin kitap ve hediyelik eşya bölümüne uğrama planınız varsa, önce gidip yeni bir valiz almanızı tavsiye ederim. Nedeni malum…
ANSELM KİEFER’İN BAŞYAPITI YOK OLACAK MI?
Venedik’te son gezdiğimiz sergi Palazzo Ducale’de Anselm Kiefer sergisiydi. Muhteşem fresklerle bezenmiş bir 16. yüzyıl sarayı çağdaş sanatla ancak bu kadar güzel evlenebilirdi! 41 yıldır büyük beğeniyle izlediğim Alman yeni dışavurumculuğun dev ismi, bu eserlerini sarayın büyük salonu için 2020 ve 2021 yılında üretmiş. Sergiye ulaşana kadar, uyanık İtalyanlar sizi döne dolaştıra her kattan ve sarayın basık tavanlı hücresel hapishanelerinden geçiriyorlar. Yani klostrofobik iseniz, Kiefer’e varana kadar işiniz çok zor. Daha önce Tintoretto, Palma il Giovane, Andrea Vicentino gibi eski yüzyılların büyük ressamlarının çalışmış olduğu “Salla del Scrutinio”nun dev duvarlarıyla yepyeni bir dönemde hesaplaşmak kolay değil tabii ki... İşin en acı tarafı, Kiefer’in “Bu yazılar yandığı zaman nihayet bir ışık yansıtabilecek” (filozof Andre Emo’nun sözleri) başlıklı sergisi eski resimlerin üzerine yerleştirildiler ve bu eserler sergi salonundan kaldırıldıklarında da bir nevi ölüme mahkum olacaklar. Nasıl bu saydığım diğer ressamların işleri, 1577’de o salonu yakan dev yangının üstüne yerleştirildilerse, bu yeni muhteşem anıtsal yapıtlar da farklı nedenlerle böylece Venedik’e ve dünyaya bir iz bırakıp kaybolmak üzere üretilmişler, yani serginin başlığının anlattığı gibi sergi sonunda bu eserler yakılarak yansıtacakları ışık ile kendilerinin tüketip asıl kavramını açığa çıkartacaklar. İnsanlığı kavuran zaman, savaş, çocuk ölümleri, okyanuslar, uçsuz bucaksız vadiler ve acılar, trajediler yaşamın zaman ötesi kabusları çalkalayan dokunulmaz gerçekleri… Bunlar Kiefer’in zaten ana temaları.
Sergiyi gezerken “yok olacağı” bilgisi bende yoktu. Kiefer’in resimleri her zaman tarihin on yıllara değil, yüz yıllara yayılan yükünü taşırlar. Bu eserleri, gezerken, acıyı, yalnızlığı, göçü, dağılmışlığı, kopuk ailelerin büyük travmalarını iliklerinizde hissediyorsunuz. Doğanın ise, kendine ait çarkı her ne olursa olsun sürdüreceğinin kararlılığını hissediyorsunuz. Anlattıklarımı zor kılan bu nedenlerle, dev salonda yer alan muhteşem serginin yok olacak olmasının bu denli rahatlıkla konuşuluyor olmasının kavramsal keyfi veya “post-mortem” yazılabilecek yoğun makaleler beni teskin etmiyor ve bu düşünceyi kolay hazmedemiyorum.
O MEŞHUR MÜTEAHHİTLERİMİZİ VENEDİK’E DAVET ETSEK…
Venedik’i terk ederken, o muhteşem eski köprülere, sokaklara, yüzyıllarla anılan bina ve Palazziolara
bakarken aklıma şu düşünce geldi: Ülkemizin o meşhur müteahhitlerini grup olarak Venedik’e çağırsalar, “Bu kenti, kaç yılda Miami kadar modern bir şekilde yeniden inşa edebilirsiniz?” diye hepsinin ağızlarının suyunu akıtsalar, resmen 2-3 harika uzun metrajlı komedi filmi dolduracak kadar malzeme çıkardı ortaya! Emin olun, bu kahraman müteahhitlerimizin her biri, o tarihi binaları nasıl dümdüz edeceklerini ballandıra ballandıra öyle bir anlatırlardı ki, belediye başkanı ve Venedik valisi rollerini oynayacak İtalyan aktörler bir yandan kahkahalarını tutmaya çalışırken bir yandan da “yoksa rolüme son verip şunlara okkalı bir yumruk indirsem mi?” diye tereddüte düşerlerdi.
SAN VİTALE KİLİSESİ, RAVENNA
Venedik’ten sonraki durağımız, Ravenna ve dünyaca meşhur mozaikleriydi. 537 yılında yapımına başlanmış ve 547 yılında San Vitale’ye adanmış olan geç antik-erken Bizans döneminin en önemli kiliselerinden biri olan bu merkezi yapıda, bugün de zamana karşı direnerek varlıklarını en güzel şekilde sürdüren çarpıcı ve rengarenk figürlerle gerçekleştirilmiş freskler var. San Vitale Kilisesi’nin Ayasofya’dan hemen sonra inşa ettirilmiş olması sonucunda iki yapı arasında ciddi benzerlikler olmasına yol açıyor.
UFFİZİ MÜZESİ, FLORANSA
Floransa’da genellikle müzeler bölgesini ve çarşıyı gezmek istiyorsanız otelinizi merkezde seçmeniz ve şayet kiraladığınız arabanız varsa park ettikten sonra hiç dokunmamanız lazım! 1983 kışı, bahara bağlanmaya çalışırken, cebimde 20 dolarla Floransa’ya gitmiş, elimdeki Traveler’s Cheque’i kimse ‘bozmadığı için parasız kalmıştım. Milano-Floransa arasındaki trende bana acıyan Amerikalı bir kız sandviçini benimle paylaşmasa, havalimanında bir Amerikalı sıfır çektiğim noktada bana acıyıp valizimi uçağa bagaj farkını ödeyerek aldırtmasa, başıma neler gelirdi bilmiyorum. O yıllarımı detaylı aktardığım “Sonsuz Okyanus” kitabıma göz atabilirsiniz.
Leonardo’nun yaşadığı kentlerden biri olan Floransa’da, Ponte Vecchio Köprüsü üzerinden yürürken, dahi sanatçının kim bilir kaç kere bunu gerçekleştirdiğini düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Uffizi Müzesi’nde Leonardo’nun bitmemiş eseri “Adoration of the Magi”, bu haliyle bu ortamda daha da çarpıcı ve çağdaş duruyor. Yine aynı salonda yer alan ve normalde ustası sayılması gereken Verrocchio ile ortaklaşa resmettiği “İsa’nın Vaftizi” ise doğal olarak bizi en genç Leonardo’yu da yansıttığı için en ilgi gören resimlerden biri. Bunun dışında Botticelli’nin “Venüs’ün Doğumu”, Tiziano’nun yani Titian’ın başyapıtlarından “Urbino Venüsü”, Caravaggio’nun “Testa di Medusa”sı, Rubens’in dev boyutlu savaş resimleri, gördüğüm yüzlerce başyapıt arasında en çok hatırladıklarım listesinde en önde geliyorlar. Özellikle iki dev Rubens‘in, Grison ve Suttermans’ın aynı ebatlardaki yapıtları ve on kadar ekspresif bembeyaz “Filio di Niobe” heykellerle beraber sergilendikleri alan, nefes kesici. Benden söylemesi resmen kalbiniz tutabilir. Bu arada müzedeki birçok yapıtın, benim açımdan modern ve çağdaş sanat çağrışımı yaptığını sizinle paylaşmak istedim.
ROMA’DA ZAHA HADİD’İN MAXXİ MÜZESİ’NDE…
2016’da, Miami’de kalp krizinden ölen Irak asıllı İngiliz vatandaşı Zaha Hadid, çağımızın en çok bilinen ve saygı gören mimarlarındandı. Roma için inşa ettirdiği MAXXI, 21. Yüzyıl Müzesi, bugün İtalyanların gurur abidelerinden biri. Ne yazık ki Hadid, 2010’larda Demet Sabancı ve Cengiz Çetindoğan çiftinin yaptıracakları harika bir çağdaş sanat müzesinin de mimarı olacaktı, ama ne var ki, kendileri tek bir müze yapmayan hükümetlerimiz, bu projeye de destek olacaklarına her türlü zorluğu çıkardılar ve sonunda proje sahiplerini bezdirerek vazgeçirdiler. Ne demek lazım? Bravo mu? Hadid, 1998’de açılan ve 273 projenin katıldığı yarışmayı kazanarak MAXXI’yi 2010 yılına yetiştirmişti.
Bana göre, biraz Paris Charles de Gaulle Havalimanı’nı ve ondan aldığım tatları çağrıştıran bu müze, hem pratik, hem fütüristik, hem sade, hem de çok düşünülmüş…
Sebastião Salgado’nun Amazonia sergisi, çoğunluğu havadan çekilmiş siyah beyaz fotoğrafların merkeze oturduğu müthiş ve farklı bir kültür çıkartması… Müzenin üst katlarında ise, Daida Moriyama ve Shomei Shamatsu’nun “Yeniden Gezilen Tokyo” başlıklı sergileri vardı. Kimi zaman uzakdoğu ülkelerinin o kendilerine has kirli, esrarengiz, bazen erotizm, bazen kan kokan anlaşılmaz farklı yapılarının iç dehlizlerine de giren bir sergi… Tokyo’yu ve Uzak Doğu’yu tanıyan biri olarak bana hem “ben bunları zaten biliyorum” dedirten, hem de buna rağmen çok ilgimi çeken büyük bir sergi. Özellikle Hadid’in esnek ve iniş çıkışlı kullanımlara açık mimarisinin bütün avantajlarını da bünyesine çeken bir buluşma olmuş “Tokyo”…
ROMA MACRO MÜZESİ FARKLI BOYUTA GEÇMİŞ…
Roma Çağdaş Sanatlar Müzesi, yepyeni bir boyuta geçmeye çalışıyor. “Önden önlemi alınmış hayal gücü müzesi” şeklinde tam tercüme edemeyeceğimiz “Museum for Preventive Imagination“ başlığı altında 3 yıllık bir süreç için müze kavramını artık canlı bir organizma gibi her an yeniden şekillenen, esnek, heterojen, çoksesli, geleneksel akademik disiplinlerin alışılmış istikametinin tersine, herkesin müdahalesine açık ve 3-boyutlu bir “dergi” gibi görmeye çalıştıklarını söylüyorlar.
Birinci sergi, modacı-sanatçı Cinzia Ruggeri’nin tamamen ikinci el bir süper market haline dönüştürdüğü dev bir sergi alanı. Gerek bu sergide gerek üst kattakinde farklı bir yaklaşımla birçok sanatçıyı bir araya getirerek tasarladığı genel alanda izleyiciler artık kesinlikle “bu sergi ne anlama geliyor, ben bundan ne anlamalıyım” gibi sorular sormuyorlar. Tersine bu kaotik ve çağdaş sanatın multidisipliner havasının yarattığı ilginç bölümlerin içinde adeta kaçınılmaz şekilde kendi selfie fotoğraflarını çekiyorlar ve “ben bu ortama uyuyor muyum, yakışıyor muyum?” şeklinde düşüncelerle keyifli bir zaman geçirip, “bu ortam konusunda uzman kişiler tarafından hazırlandığına göre sorgulamak yerine burada olmanın keyfine varayım” gibi düşüncelerle de kendi kendilerini rahatlatıyorlar. Tüm sergi salonunu kaplayan duvar kağıdı, tualler, fotoğraflar, yazılar, üç boyutlu yapıtlar, küçük heykeller sergi salonu boyunca birbirini takip ediyor. Peki ben ne yapıyorum? Bir yandan burada yazdığım noktalara paralel cümleler mırıldanırken, bir yandan da Instagram’dan takip edebilmeniz için video çekiyorum. Birden bir güvenlik görevlisi bana yaklaşıyor, İtalyanca “video çekmeyin” mealinde bir şeyler söylüyor. Sonra tam anlaşamadığımızı görünce İngilizce olarak “benim videomu çekmeyin” diyor. Bu sefer ben zıvanadan çıkıyorum, “Ben niye senin videonu çekeyim, sen kimsin? O zaman ortalarda durma da genel görüntü çekimine girme!” Olay fizik atışmaya tam yaklaşmadan adam söylenip gidiyor. Ben de şunu düşündüm, büyük ihtimalle sanatın ve bu müzenin topluma sunduğu kristalizasyon ve parçalanma bu adamın kültürel hazırlık ve eğitim seviyesini aşıyor. O da bu şekilde tepkiler vererek, düzene veya dünyaya karşı itirazlarını bir şekilde seslendirmiş oluyor. Ayrıca sanki böylece kendisini gereksiz veya işe yaramaz görmekten kurtuluyor. Gören zanneder ki, Amerika’da FBI veya İstanbul’da MİT merkezinin önünde görüntü çekiyoruz da “ajan tanınmak istemiyor”! Neyse, dünya bu görüntü canlı yayınlarının ortasında yaşarken hiçbir müzenin buna benzer sözler söyleyen birini orada tutma hakkı yok. Macro’nun bir de meditasyon yapmanıza imkan veren oda müziği dinleme salonu var karanlığın içinde…
Değerli okurlar, sanatseverler işte uzunca bir seyahatten taşan yorumlar şimdilik böyle özetlendi. Söylediğim gibi, burada bahsettiğim neredeyse her konunun görsellerini Instagram hesabımda bulabilirsiniz.
Yani uzun lafın kısası, İtalya’nın her noktasından kültür fışkıran büyük havuzunda 9 gün geçirmek, devletimizin, daha doğrusu bambaşka niyetlerle bu Cumhuriyet’i kuran devletimizin iktidarını temsil eden hükümetlerin sanatla arasına son 70 yılda koyduğu büyük mesafelerin acısını her zamanki gibi pekiştirdi… Allah affeder mi, bilemem. Ama ben bu gerçeği artık hergün bıkmadan haykırarak yaşayacağım!