Yorucu bir ülkede yaşıyoruz. Her an yürekleri acıyla doldurabilen, yorucu bir ülkede... Gara’dan gelen haberle bütün ülke sarsılana kadar, son birkaç haftada yaşadıklarımızın bir kısmını hızla hatırlayalım. Sistematik olarak iktidarın sunduğu sahte gündemlerin içine balıklama atlayan bir medya var. Halkımız ise bu gündem tuzaklarının içine düşmeleri için kırmızı halılar döşendiğinin farkında olmasına rağmen, kendini o tuzağın girdabının ortasında buluyor.
Saray, sanki Boğaziçi geriliminden Gezi Direnişi kadar sertlik gösterisi yapabileceği bir konu üretmeye gayret ediyor veya düğmeye bastığı an bütün basın sanki Türk Apollo 29’u yarın uzaya fırlatacakmış gibi bunu ciddiye alıyor ya da ciddiye alır görünmeye mecbur bırakılıyor. Birden aya gitmeyi ciddiye alanlarla almayanlar arasında münazara başlıyor! Ya da birkaç haftadır yeniden ve aniden tedavüle sokulan Anayasa tartışmaları! Şaşırabilirsiniz, “Allah Allah bu da nereden çıktı” diye, “2010 ve 2017’de zaten sekiz yıla yayarak anayasayı iki kere değiştirmemişler miydi?”
Diğer bir gündemimiz, hükümetin Covid’e karşı yürüttüğü “sözde” savaş! Bu da çok ilginç bir noktada duruyor, Cumhurbaşkanımız AKP kongrelerindeki kalabalıklardan memnun!
İşte böyle bir ülkenin orta yerine düşüyor Gara şehitleri… Tabii ki ateş önce düştüğü yeri yakıyor. Polis memuru Sedat Yabalak’ın, babası ile hiç oynayamamış olan yedi yaşındaki kızı Zeynep’i düşünün; babasının cenazesi önünde selam durduğu o fotoğrafa 40 yıl sonra acaba nasıl bakacak? Ya da Muhammet Salih Kanca, Fenerbahçe bayrağı ile naaşı örtülen, Samsun’da gömülen sevgili sivil vatandaşımız, yıllardır mağaralarda veya dağlarda tutsaklık hayatını sürdürürken neler düşünüyordu, ne hissediyordu? Şehit Uzman Çavuş Mevlüt Kahveci’nin annesi Ayşe Hanım, Cumhurbaşkanı’ndan “Şehidimiz, sevgili peygamberimizin inşallah komşusu olacak, bir anneye böyle bir şeref nasip olmaz ama siz bu şerefi yakaladınız” dediği zaman neler hissetti? Şehit Uzman Çavuş Hüseyin Sarı’yı altı yıldır bekleyen eşi Emine Sarı, hala “Ben seni hep bekledim bekleyeceğim” diye ağlamaya devam ederken, hangi geleceğe bakıyor artık? Mesela Diyarbakır-Lice karayolunda otobüsü durdurularak indirilen ve her biri rehin alınan bu askerler, kendilerini bırakıp giden otobüsü hangi endişeli gözlerle izlemişlerdi?
GARA HANGİ BEDELLERLE “TEMİZLENDİ”?
Ateş düştüğü yeri yakar… Her birimiz çok üzülüyoruz, kahroluyoruz ama bedeli aileler ödüyor. Zaten 37 yıldır, bu coğrafyada bir akrabası veya arkadaşı, bir yakını PKK teröründen kaybetmemiş kaç kişi var?
Bu şehitlerin farkı şu: Bu şehitlerimiz dün oluşan bir pusu veya çatışmada ölmediler, altı yıldır terör örgütünün elinde rehin durumdaydılar. Bu bilgi kamuoyu ile fazla paylaşılmadı. CHP konuyu Parlamento’nun veya Saray’ın gündemine getirmeye çalıştı. İzmir Milletvekili Murat Bakan yedi ayrı önerge vermiş, biri hariç hep yanıtsız kalmış. Tüm bu süreçte şehitlerin verdikleri bazı tepkilere bakıyorum, Müslüm Altıntaş “Bizi vatandaşlıktan mı çıkardılar?” diye sormuş, ilgisizlik karşısında… Semih Özbey, “Ne olur bizim için bir şeyler yapın” diye adeta yalvarmış. Bu gibi durumlarda izlenen yöntem, İHD, MAZLUMDER ve HDP’nin yaptıkları temaslar. Ancak hükümet tarafından bu yollar da zorlanmamış ve “terörle pazarlık yapmayız” bakış açısıyla konu hep kilitlenmiş. Burada konunun herhangi bir çekilme pazarlığı değil, can olduğu ve kurtarılması gereken vatandaşlar olduğu yıllarca sanki unutuldu! Konu, hiçbir aşamada kamuoyu tarafından baskı yapılabilecek ana gündem olarak medyaya taşınmadı.
Karada yapılan operasyona baktığımızda, sanki bu rehineleri kurtarmakla hiçbir alakası olmayan bir yöntemler dizisi seçilmiş. Uçaklar bombalama yaparken, içerdeki rehinelerin can güvenliği ve infaz edilme tehlikesinin nasıl önüne geçilebilirdi ki? Sanki o noktada terör örgütünün merhametini mi bekliyorlardı, ne vardı akıllarında çok merak ediyorum! Herhalde 37 yıldır hangi acımasız alçaklıkları yapmaktan çekinmediklerini ezbere biliyoruz. Biz de 53 teröristi “etkisiz hale getirmişiz”, onu öğreniyoruz… Basketbol maçı mı yapıyoruz burada? 53-13 maç kazandık mı diyeceğiz! Kaybedilenler birer can. Her insan, en az yüzlerce kişinin hayatını mahvederek aramızdan ayrılıyor. Böyle bir korkunç olaydan sonra insan Türk Silahlı Kuvvetleri’ni eleştirmek istemiyor, ama “bu kurtarma operasyonu, başka yöntemlerle nasıl daha başarılı geçebilirdi?” sorusuna yanıt vermeye mecburlar. Evet, “Gara temizlendi” diyorlar; güzel yurdumun ve dünyanın her yeri teröristlerden temizlensin. Ama hangi bedelle? Kılıçdaroğlu, Erdoğan’a 5 soru yöneltirken, çok yerinde bir hamle yapıyor. Bu soruların muhatabının tatmin edici yanıtlar bulması bence imkansız. Hele “Başarısızlığın sorumlusu kim?” sorusu kesin askıda kalır. Bu soruların dışında bir konu da gündeme getirildi, CHP’liler tarafından: “Neden ulusal yas ilan etmediniz? Şehitlerimizin Suudi Arabistan kralı kadar değeri yok gözünüzde?” Bu soruyu da kimse yanıtlayamaz!
ABD VE HDP ARTIK KENDİLERİNE GELECEKLER Mİ?
ABD’nin, katliamı lanetlemek için o kadar nazlanması ve PKK’ya yıllardır silah akıtması da ayrı bir kabul edilemez “sözde müttefik” tavrı!
Gelelim HDP’ye… Ne kadar acıdır ki bırakın terörü ve alçaklıkları lanetlemeyi, terörle arasına mesafe bile koyamayan, maalesef kendi kendini tıkayan bir oluşum. Tam siyasi oluşum diyemiyorum, çünkü bir siyasi oluşum tabii ki bir terör örgütüne bu kadar bağımlı hareket edemez! Öte yandan HDP’yi yok saymak, kapatılmasını istemek, dolayısıyla Kürtlerin ideolojilerinin veya kendilerine seçtikleri mücadelenin Parlamento’da artık muhatabı kalmamasının da Türkiye’ye kazandıracağı hiçbir şey yok! Ne yapacaksınız, yarın konunun dağlardan ve silahlardan başka hiçbir muhatabı kalmadığını mı dünyaya ilan edeceksiniz? O da bir yol olamaz… HDP, 2015’de bir şekilde bu toplumun kendisine uzattığı dalı göremedi, kabullenemedi! Orada HDP, hem kendisi için, hem Türkiye ve Orta Doğu için bir fırsatı harcadı.
Herkese görev düşüyor, HDP önünde nöbet tutan annelere de, bu ölümlere dur demek isteyen HDP’lilere de, tüm siyasi partilere de, yazarlara da, herkese…
Artık bu büyük belanın sonuçlarının yalnız “Ateş’in düştüğü yeri” değil, herkesi yakıp geçtiğini askeri, siyasal, sivil veya yazar herkesin görüp idrak etmesi lazım.