Bedri Baykam 13.02.2020
Fenerbahçe ve hatta Sivasspor’un bu hafta başına gelenler ve başta “Damat” olmak üzere iktidar mensubu bazı bakanların Trabzonspor’un başarısı için açık demeçler vermeleri, Fenerbahçe’ye atılan gollerden sonra sevinç gösterileri içinde olmaları, sarı lacivertlilerin ötesinde sağ duyulu diğer takımların taraftarlarını bile çileden çıkardı. Aynı maçta aynı pozisyonda Fenerbahçe aleyhine penaltıyı veren hakem Ümit Öztürk, son dakikada Alanyaspor aleyhine beyaz noktayı işaret etmeye kıyamadı. Tabii kıyamadığı Alanyaspor muydu, yoksa Trabzonspor muydu, Galatasaray mıydı, orasını bilemiyoruz (Öztürk, Fatih Terim ile stad koridorlarında ailece fotoğraf çektirmek için sıraya girmiş bir sarı-kırmızılı taraftar). Rıdvan Dilmen gibi objektif bir yorumcu bile yaşananlara dayanamadı ve “Fenerbahçe’yi sistem dışına taşımaya çalışıyorlar” diye veryansın etti. Fenerbahçe’ye getirilen çifte standart bununla kalmadı: Koca sezonda kalecilerin kurtardığı penaltılardan yalnız Fenerbahçe kalecisi Altay’ın kurtardıkları tekrar edildi! Bu arada Fenerbahçeli Emre’nin penaltısını kurtaran Altay’dan çok daha fazla ileri çıkmış olması kimsenin derdi olmadı. Ben Fenerbahçe’nin teknik direktörü olsam, 2. penaltı atılırken kesinlikle Altay’dan kaleyi boşaltmasını isterdim.
Konu futbol ve hakem hataları ile sınırlı kalsa kimse olayı bu kadar büyütmezdi. Ama iş, kolektif çaba ile Trabzonspor’u öne çıkarma seanslarına benzemeye başladığı zaman herkes rahatsız oldu. Sivasspor 1-0 mağlupken Başakşehirli Clichy topu ceza sahasının içinde adeta koltuğunun arasına “karpuz gibi” alarak saha dışına taşıdı. Şu işe bakın ki, o penaltı da “görülemedi”. Aynı haftada ise, bir başka penaltı tartışması Gençlerbirliği-Trabzon maçında yaşandı. Maç 0-0’a kilitlenmişken, 76. dakikada Trabzonlu ve Gençlerbirliği’nden iki futbolcu, kendi aralarında tam ortalarında havalanan topa aynı anda müdahale etmeye çalıştılar ve ayakları tam eşit seviyede yerden kalktı (Ben seyrederken Trabzonlu futbolcunun yaptığına “tehlikeli hareket” dedim). Ama birden VAR devreye girdi ve birkaç dakika sonra birden Trabzon lehine bir penaltı çalınıverdi. Ne diyeceğimi şaşırdım! O anda daha Fenerbahçe maçı başlamamıştı. Ama herkes o olaya bir mim koydu. Dolayısıyla Fenerbahçe maçından sonra bütün stadın “damat istifa” diye tempo tutmasını kimse yadırgamadı.
İşler artık öyle bir noktaya gitti ki, maalesef futbol veya hakem hatası değil yukardan bir üst gücün olaylara müdahalesi konuşuluyor-hissediliyor. Ömrüm boyunca futbol seyrettim 40 yıldır da yorumunu yapıyorum; hakem hatalarını konuşmadığımız hafta olmamıştır ama bu kadar tek yönlü ve farklı kanallardan ilerleyen bir gidişat, hatırlamıyorum! Burada konu, maalesef futbolun masumiyetinin kayboluşunun çok ötesinde, bir ülke çapında iktidarın sanki söz vermiş olduğu bir hedefe olayları yönlendirmesi gibi…
VAR olayından somut olarak ilk söz eden belki benim. 2000 yılında çıkan Kemik romanımda bu uygulama vardı. Fenerbahçe’nin kazandığı bir penaltı atışının gol olup olmadığı konusunda teknik direktör devreye girip Hakemi ekrana gönderiyordu… İşte işin püf noktası burada. VAR hakemi yine olsun. Ama her iki hocanın her iki devrede mesela ikişer kere orta hakemi ekrana “yollama” hakkı olsun! Ekrana gidip gitmemek hakemlerin keyfiyetine bırakılırsa bu işler daha çok koyu gri dumanlar tüttürür! FİFA, bu hakkı teknik direktörlere de vermeye mecburdur. İşin mantığı bunu gerektiriyor. Çünkü şu andaki uygulamalarda, hangi minik haberci kuşların, “messenger”lerin VAR odasına girip çıktığını kimse bilemiyor…
Son günlerde kulüp başkanlarının ise yangına körükle giden demeçleri, ortamı giderek daha da geriyor. Trabzon başkanının, “Fenerbahçe’ye ders verdik”, Galatasaray başkanının “Fenerbahçe başkanı ikide bir televizyonlara çıkıp ağlıyor” demeçleri, oturdukları koltuğa yakışmayan provokatif sözlerdi. Türk spor ortamı, buna benzer demeçlerle gelişmeyecek. Bu ikaz FBahçe dahil, her kulüp için geçerli.
RUSYA İLE SAVAŞ MERAKLILARI
Türkiye’nin Rusya ile ilişkisi, Erdoğan-Putin ilişkisinden daha titrek bir profilde seyrediyor. Cumhuriyetin ilk günlerinden itibaren hem iş birliği hem doğal “kol mesafesinde tutma” seyrini müteakiben, bu ikili ilişkiler özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra çok şey görüp geçirdi. Soğuk Savaş döneminde iki kutuplu dünyada casusların cirit attığı Ankara sokaklarında, Nato üyesi Türkiye tarafını belirlemişken, iki ülke yine de her şeye rağmen o ağır nükleer savaş tehditli günlerden ilişkilerini canlı tutmayı başararak çıktılar. Tarihsel perspektifleri bir kenara bırakarak son yıllara dönersek, Rusya ilişkilerimiz inişli-çıkışlı! Düşürülen Rus uçağı krizini aşmamız oldukça zor olmuşken, bunu izleyen süreçin inşası, daha çok Erdoğan ve Putin’in kişisel yakınlaşmaları yani “beşeri ilişkiler”le başarıldı. Ekonomi ve ticaret alanında başta doğal gaz olmak üzere, birçok alanda ortak büyük maddi çıkar ilişkilerinin ortasında olan Türkiye ve Rusya, sınır ötemizdeki büyük sorunlarda giderek farklı kamplarda yer aldılar. Özellikle Türkiye’nin Suriye’de “Esed”e karşı inatçı ve komşu ülke liderini sürekli “iktidardan düşürülmesi gereken hasım” olarak tarif eden angajmanına karşı, Rusya tersine Şam merkezli ve Suriye’de Esad’ın resmi ordusunu besleyen ve her türlü lojistik katkı sağlayan açık bir politika izledi. Aynı şekilde Libya’da da Türkiye ve Rusya, bildiğiniz gibi farklı kamplaşmaların parçası oldular. Ruslar, ABD, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan Hafter güçlerini desteklerken, Türkiye AB’nin de resmi görüşü doğrultusunda “Legal İktidar” olarak gördüğü Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin arkasında oldu. Dolayısıyla orada da yollarımız kesişmiyor! Şimdi her ne kadar her Erdoğan-Putin görüşmesinden sonra, ortalık güllük gülistanlık görünüyorsa da, artık işin tadı kaçıyor. Rusya ile süregelen ters düşmelerin sonu hayırlı değil. Dolayısıyla kelimelerin şehvetine kapılarak “Yansın Suriye, kahrolsun Esad, Şam’a girme planlanmalı, zalimler yerle yeksan edilmelidir” diye akıl almaz savaş çığırtkanlıkları yapan Devlet Bahçeli gibi siyasilere, Rusya ve Türkiye’yi doğrudan veya dolaylı bir savaşa iteklemenin bir felaket doğuracağını derhal birilerinin anlatması lazım! Yine İdlib’te vermiş olduğumuz şehitler kalbimizde yaradır ve iktidarın artık “Soçi Mutabakatı’na uyulmadı” gibisinden diplomatik yakınmaları artık maalesef kadük kalmıştır. Dış politikamız bu sıcak krizler ve hareketlenmeler yaşanırken ne yazık ki kendi kendini köşeye sıkıştıran bir hava yansıtmaktadır!