Öncelikle tüm okurlarıma iyi bayramlar dilerim. Bol bol dinlenin, kitap okuyun; lütfen özellikle seyahat ediyorsanız, yollarda çok dikkatli olun.
Deniz Baykal’la röportajlar yapıldı. Livaneli’nin iddiaları soruldu. Tayyip Erdoğan’la ilgili 2002-2003’te aldığı kararların demokrasiye hizmet mi, yoksa dolaylı olarak demokrasiyi adeta yok etmeye yardım mı ettiği konusu gündeme geldi. Erdoğan’ın yasakları kaldırılırken o günlerde CHP kurmaylarının inancı şuydu: “Erdoğan başbakanlığı hiçbir şekilde uzun süre götüremez, ama şimdi o koltuğa oturmazsa hem sürekli bir alternatif hem de mağdur olarak halktan destek görecek. Bu nedenle bu koltuğu ona şimdi verelim.” Bunlar zaten herkesin artık bildiği konular, isim vermeme gerek yok. Parti içinde yakın çalışma arkadaşlarım tarafından bu toplantılar hakkında bana birinci ağızdan aktarılan bilgilerdi. Evdeki hesap çarşıya uydu mu? Hayır. Ülkeye bu kararın iyiliği mi oldu kötülüğü mü, çok tartışılır. Ama madem alınan kararların demokrasiye etkisini konuşuyoruz, neredeyse 20 yıl sonra hem Sayın Baykal’a hem de gazetecilere sormak istiyorum: Sayın Baykal, dönemin sosyal demokrat bir CHP lideri olarak, Tayyip Erdoğan’ın parlamento dışı bırakılmasını o günkü yasalara rağmen antidemokratik bulup bu büyük jesti kendisine yapmayı ve anayasayı değiştirmeyi kaçınılmaz bir etik sorunu olarak görebildiğini rahatlıkla dile getiriyor. Peki, madem ülkeyi ve rejimi tehlikeye atmayı bile göze alacak kadar ödünsüz demokrattınız, o zaman nasıl CHP’nin aynı yıl, yani 2003 yılında yapılan kurultayında genel başkanlık için yarışma kurallarını, üstelik lider seçimine birkaç saat kala aniden değiştirdiniz? Bu zoraki dayatma ile yapılan tüzük değişikliği sonucunda rakiplerinizi yarışmadan saf dışı bırakmayı nasıl göze alabildiniz, kendi içinizde bu karara tenezzülü nasıl hazmedebildiniz? Erdoğan konusundaki yorumlarınızı detaylı olarak okuduktan sonra, emin olun bu sorunun yanıtını çok merak ediyorum. Partimizin, demokrasi ile ilişkisini her açıdan defalarca tartıştığı bir ismin hak ve hukuku, nasıl oluyor da kendi parti üyelerinizin hak ve hukukundan çok daha önemli görülebiliyor?
Bu konuyla ilgili diğer sorum, dediğim gibi gazetecilere: Ne o gün ne de aradan 18 yıl geçtikten sonra bugün, bir tek kere Baykal’a bu karanlık kurultay hakkında soru sorma cesaretini kendinizde bulamadınız. Neden? Yoksa Erdoğan’ın basın toplantılarında hissettiğiniz baskıyı, CHP basın toplantılarında da mı hissediyordunuz? Bugün de hala hissediyor musunuz? Sizce bu, basın özgürlüğü, düşünce özgürlüğü ve hatta basının en doğal hak arama, doğruya ulaşma sorumlulukları açısından normal bir tavır mı? Demokrat, özgür gazeteciliğe yakışıyor mu? Bu akıl almaz hak gaspı, bir futbol maçını. 87. dakikasında oyunun kurallarını aniden değiştirip o maçta uygularcasına aynı kurultayda parti içi muhalefet olarak size karşı yapılsaydı ve basın o topa hiç girmeseydi ne hissederdiniz? (Konunun detaylarını bilen insanlar, o gün yaşananları ömür boyu kabullenemediler.) Düşünün ve kelimelerinizi seçtiğinizde biraz empati kurarak yanıtınızı lütfen hazırlayın, sayın basın mensupları. (Yeni kuşak gazeteciler, konuyu anlamak için 2004’ten “Korku İmparatorluğu” kitabımı okuyabilirler.)
28 ŞUBAT HAKKINDAKİ KARARLAR NE ANLAMA GELİYOR?
Siyasi yorumlarda, tabii ki herkes aynı düşünmeye, aynı görüşleri dillendirmeye mecbur değil. Hatta yukarıdaki örnekten gördüğünüz gibi aynı partinin kozasından yetişmiş insanlar bile birbirinden kuzey-güney kadar apayrı eksenlerde tavır ve yorum ayrılıklarının uçurumlarına düşebilirler. Ama, ortada çok mantıksız ve rahatsız edici bir durum var. 28 Şubat’ta, o kararları Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Milli Güvenlik Kurulu Üyeleri imzalamış mı? Evet, imzalamış. Onlardan daha sonraki dönemlerde siyaset yapan insanlar, geçmişteki her kararı beğenmeye mecburlar mı? Tabii ki hayır. İsteyen 28 Şubat’ın demokrasiye zarar verdiğini, isteyen ülkemizi geriye götürdüğünü, laikliği korumaya katkısı olmadığını veya anayasaya bile zarar verdiğini savunabilir. Bunun adı demokratik görüş ayrılıkları, siyasal yorum ve düşünce özgürlüğüdür. Ama siz kalkıp o gün o ülkeyi A’dan Z’ye temsil eden rejimin sahiplerini, yani o günkü kararlarda imzası olan ülkenin tüm önde gelen iktidar temsilcilerini, sanki parlamentoyu basmış ve milletvekillerini rehin almaya çalışmış cuntacılar gibi değerlendirip o gün devreye sokulan uygulamaları siyasal açıdan eleştireceğinize, sanki ülkenin rejimine yasa dışı bir şekilde silahla müdahale edilmiş gibi analiz etmeye kalkarsınız, bakın yarın ne olur: Yarın, bu sefer başka bir lider ve hükümet de sizin bugün kurduğunuz ve kitabına uygun şekilde attığınızı söylediğiniz tüm adımları, imza ve kararları geçersiz sayarlar veya kararlarınızla hemfikir olmadıkları gerekçesiyle sizi yarın darbeci ilan edebilirler. Herhalde bu varsayımın, bugünkü iktidarın yaptığından hiçbir farkı olmadığını görüyorsunuz. Güç elinizde iken aldığınız kararlar yalnız o gün size iyi gelsin diye uygulamaya konamaz; her şeyin dünü ve yarını vardır. AKP iktidar dönemi, kendine has yorumlarla, görülmemiş şekilde bir başka dönemin siyasi çerçevesinde atılan yasal adımları bu şekilde yargılayıp mahkûm ettirerek bana sorarsanız kendi geleceği açısından mantığa sığmayan, kocaman bir hata yapmış ve yapmaktadır. Burada bir paragrafta 28 Şubat neden yaşandı, kim haklıydı, kim haksızdı, gerekçeler neydi, provokasyonlar neydi, bunların analizini yapacak değiliz. Ama Türkiye Cumhuriyeti’nin bir döneminin en üst düzeyde uygulamalarını, gazetecilerin “bu deyimi ilk ben kullandım” deme yarışına girdikleri “post modern darbe” sözcüğünü önce heyecanla onaylayıp, ardından oportünist şekilde ciddiye alarak, sanki böyle bir askeri müdahale yaşanmış gibi bir tavra girerek artçı şoklarını topluma bugün sunmanın, ülkenin ne geçmişine ne de geleceğine bir hayrını göremiyorum.
Örsan Öymen Cumhuriyet’teki son yazısında, 12 Mart ve 12 Eylül’den yola çıkarak, onlar hakkında kalıcı, ağır ve eleştirel hiçbir hatırlatmaya izin vermeden, yalnız “15 Temmuz darbe girişimini gölgelemeye çalışan ve ülkesini, milletini ve bu girişimde şehit olanlara ihanet edenleri” vurgulayanların, objektif bir samimiyetlerinden söz edilemeyeceğini savunuyor: “Vatanseverliği vatanın kuruluşunun temelleri yerine, kendi şahsına ve hükümetine yönelik bir darbe girişimi ile ölçen bir siyasetçinin vatanseverlik söylemlerinde bir samimiyet olabilir mi?” diye soruyor.
Ben de aynı noktadan çıkışla, hükumetlerin aldıkları geçmiş kararları da aynen kendi iktidar çıkar kriterlerine göre ölçüp biçen ve eleştirmenin ötesinde suç haline dönüştüren bir mantığı tarih içinde anlamanın hiç mümkün olamayacağını kendi adıma net olarak görüyorum.