Dünyanın öbür ucunda, Amerika kıtasının vahşi batısında ailemle tatil yapıyorum. Los Angeles’ın daha güneyinden başlayıp, neredeyse Kanada sınırına kadar, Seattle dahil uzayıp giden bir araba yolculuğu bu. Uzun yol araba kullanmayı çok severim. Bir kaç haftada dura kalka 7-8 bin kilometre kullanmak bana hem keyif verir hem de düşünceye sevkeder.
Seattle’da buluştuğum Tuncer Uysal dev şirketlerde bilgisayar mühendisliği yapan bir değerimiz. Benim tam 30 yıl öncesinden askerlik arkadaşım, Burdur’dan. Geçen Cumartesi günü sağ olsun eşiyle bizi gezdiriyordu. Tam bir Fransız pastanesinden bir şeyler alıyorduk ki, kızlı erkekli çırılçıplak bisikletçiler, binlerce insanın harika zaman geçirdiği Pike Market bölgesinde, halkın arasından “alkışlar, gülücükler ve yaşa varollar” eşliğinde geçip gittiler. Sonra ne mi oldu? Hiç bir şey! Hayat devam etti, kimi insanlar fotoğraf çekebildiler, kimileri ise fırsatı kaçırdılar. Hepsi bu. Ne ülke veya Washington eyaleti birbirine girdi, ne TV istasyonları delirip program yapmaya giriştiler, ne de polisler “görüntülerden yola çıkarak (!) bir tutuklama furyasına girmeye karar verdiler! Halbuki ABD, kaideler ülkesi. Bir gece önce küçük şehirlerden geçerken, hız yüzünden üç kere polis beni durdurmuştu. Hatta bir keresinde hafif tereddütlü gidişimizi görüp, hangi yolu aradığımızı sorup; ona bile yardımcı oldular. Aslında Yeni Kıta’da herkes kendi plastip gerçeğini yaşıyor. Dünyada olup bitenler insanları ya hiç ilgilendirmiyor ya da aşırı dert etmemeyi öğrenmişler. Suriye ile yaşanan gerginlik -tabii olarak- burada da çoğu zaman ana gündem maddesi. Hillary Clinton’un “söyleneni yapmıyorlar” diye bol keseden şikayet ettiği Rusya ve Çin, gerçekten belki de soğuk savaş döneminden bildigimiz şekilde tansiyon düşürücü çok önemli bir denge fonksiyonu üstlenmişler.
Nasıl insanın “ayağını yere basması” bazen çok önemli olabiliyorsa, tam tersine başını kaldırıp göğe çevirmesi de hayati şekilde insana bir makro bakış şansı getirebilir. Özellikle “ben neredeyim, kimim?” sorularına yanıt ararken. “Earth Portal” isimli bir bilim noktası, evrenin tüm tarihi üstünden belgesel ve katılımcı bir mini-izleme noktası oluşturmuş. Basit; ama harika bir proje. O seansta uzanmış filmi seyrederken ses bandı yine bizi yerimize mıhladı: Evrenimizde, Güneş sistemimizin de ait olduğu Samanyolu gibi 100-200 milyar arası galaksi var. Her galaksi de 400 milyon kadar yıldız olduğunu düşünürsek, (ki bu saydıklarımız bizim evrenin bizlere ışık yollayabildiği yani “görebildiğimiz” yıldızlar) bunun da anlamı şu: Okyanuslarda ve denizlerde, tüm dünya plajlarından çok daha fazla, yani denizdeki kum tanelerinin her biri kadar galaksi var!
O çok bilinen sanat kitabımın kapağında yer alan bir sözüm var: “Ben hiç bir şeyim; ama ben herşeyim.” O kadar küçüğüz ki evrende! Hem birey, hem de dünyamız olarak! İşte Türkiye’nin yaşadığı malum rejim krizi ve tıkanıklıklar da aslında bu genel gidişatın somut parçası olmaktan ibaret, geçici ve şanssız bir dönem! Herhalde birçoğumuz farkındayız. Bu iktidarı yerinden oynamaz heyûla gibi bir realite gibi görmek yerine, belki zaman çizgisinde ne kadar süreceği meçhul bir başka kum tanesi olarak düşünmek daha sağlıklı.
İstanbul havaalanında, eşim elime bir kitap tutuşturdu. “Stephen King” den “22-11-63”. Herkesin okumak isteyeceği bir roman. Uzaktan Kennedy cinayetini durdurmayı amaçlayan, biraz gerçekötesi bir kurgu. İnanın 812 sayfa elimde eridi. Niye mi burada da söz ediyorum? Romanın size kurgusunu deşifre edecek değilim ve muhakkak okumanızı isterim; ama bir tüyo: İçinde zamanda yolculuk da var. Şimdi hangimiz istememişizdir ya, bunu gerçekleştirip tarihle veya birileriyle hesaplaşmayı?
Bakın, işte her şey ortada: Koca Cumhuriyet, bir kelimenin tanımlanmasının becerilememesi nedeniyle göçüp gitme tehlikesi ile karşı karşıya. “Demokrasi” kelimesinden söz ediyorum. Şimdi artık bedel ödüyoruz. Her gün “bize bir şeyler oluyor”: Kürtaj, oral seks, sezaryen derken sıra “Çamlıca tepesine cami kondurma” operasyonuna kadar geldi. Bir basın veya ana muhalefet kalkıp “ülkenin ciddi gereksini mi gerçekten bu mudur, yoksa sorun birilerinin ölümsüzlük arayışı veya gösteriş-israf merakı mı?” diye elini masaya vurarak konuşamıyor! Neden acaba? Felsefi konular da kan ağlarken, laf arasında M.Ö. VI. yy'dan Giritli Epimenede ile “yalancının paradoksu” nu kullanmak da mı artık imkansız(!). Benden size söylemesi. Evvelki akşam SpiderMan filminin yenisine gittik. Güzel bir 3-D çalışmaydı; ama hepsinden önemlisi galiba “bari Peter Parker çıkıp bizi de kurtarsın”diyeceğiz... Başka alternatif göremiyorum...