Bugün çok fazla vaktinizi almayacağım. Konumuz, kendisine “aydın” adını yakıştıran ve toplumda medyanın önemli bir kısmı tarafından da böyle nitelenen bazı arkadaşların geçen hafta yayınladıkları bildiri: Neymiş? Efendim, aydınlardan ‘ihtar’ varmış! Erdoğan rejimi ve yandaşlarını uyarıyorlarmış! “Yetti artık-Erdoğan rejimine ihtar” başlıklı bir bildiri yayınlamışlar... Erdoğan ve rejimini uyarıyorlarmış. Bu ülke hiçbir zaman bu kadar emniyet sübapsız kalmamış. “Bizi bu kadar korkuttuğun için sen korkacaksın” cümlesini de slogan olarak öne çıkarmış bu “aydınlar”. Yani korktuklarını da bu şekilde itiraf etmişler. Bildirinin devamı malum AKP icraatlarının dökümü! Bir şikayet, bir şikayet!
Birazdan detaylarına da parmak basarız da, önceden hemen söyleyelim: Bu büyük ve tarihi tepkiyi verenler, meşhur “yetmez ama evet”çiler!
ATATÜRK TÜRKİYESİ’Nİ TANIMAYANLAR
Şikayetlerinin geneline bir göz attım da, hak, hukuk, Topçu Kışlası, Özgür Gündem olayı, “muhbirlik yapan öğrenci kılığındaki yaratıklar”, gazlar, coplar, turizm sorunları, basılan plakçılar, imam hatip yapılan liseler, ne ararsanız var da, bir tek şey yok: Ülkenin nasıl adım adım Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in rotasından ve felsefesinden uzaklaştırıldığı konusuna hiç girmemişler. Bugünkü iktidarın ana hesaplaşmasının kime karşı olduğunu ya anlayamamışlar ya da görmezden gelmeyi tercih etmişler!
Tabii ki herkes için konuşamam. Çünkü bir bildiriye imza atan HERKES, her konuda aynı şeyi düşünmez. Ama bir de “öne çıkan ve çıkarılan” isimler vardır. İster istemez, başı onlar çeker, bildirinin imajını onlar temsil eder. Burada da Baskın Oran, Lale Mansur, Hasan Cemal, Zeynep Tanbay, Şanar Yurdatapan, Perihan Mağden gibi isimlerden kapıyı açıyor haberi veren medya kuruluşları... Dolayısıyla yorum ve eleştirilerimi de bu eksen üzerinden yapacağım. Dolayısıyla bildiride imzası bulunan ama bu sivri isimlerden farklı bir geçmişi olanları tenzih ederek konuşuyorum (gerçi herkes, kimlerle aynı bildiriye imza attığını da bilmek durumundadır diye eklemeyi de gerekli bir hatırlatma olarak görüyorum).Esas gerekçe şu: Bu arkadaşlar için, Atatürk Türkiyesi’nin değerlerini görmek, algılamak, takdir etmek, değerini bilmek diye bir kavram yoktur. Cumhuriyeti ve henüz onları bir türlü mutlu edemeyen laik demokratik yapısını herhalde Danimarka veya Almanya’dan almış olduklarına inandıklarından, aslında bence şikayetlerini de doğrudan onlara yönlendirmeleri lazım. Çünkü Atatürk Türkiyesi ve tepe tepe ömür boyu kullandıkları nimetleri konusunda kendilerinde bir heyecan veya vefa işaretini gören olmamıştır.
KİMSEYİ DİNLEMEYEN ÇOK BİLMİŞLER SİZLER DEĞİL MİYDİNİZ?
İnsan gerçekten pes diyor: Yahu en son 2010 yılında o meşhur bahtsız referandumda tüm detaylı hukuki ve siyasi ikazlarımıza rağmen, koşa koşa tercihini Erdoğan’ın istediği köşeye, “yetmez ama evet” çığlıklarıyla iktidarın rotasından yapanlar siz değil miydiniz? Hepinize neredeyse resimli roman netliğinde “evet”i seçerseniz, “yeni Anayasa”nın nasıl AKP’yi tek güç statüsüne taşıyacağını, güçler ayrılığını yok edeceğini, yargı bağımsızlığını tarihe gömeceğini, Erdoğan’ı diktatörlüğe taşıyacağını” anlatmadık mı? Süheyl Batum’dan Barolar Birliği’ne, ülkenin en deneyimli Anayasa ve Yargıtay eski Başkanları’ndan aklı selim gazeteci ve aydınlara, CHP’den tüm direnen demokratik kitle örgütlerine kadar herkes size korkunç tehlikeyi anlatmadı mı? O günlerde en ukala tavırlarınızla bizleri her zamanki gibi küçümseyip, o savlara hiç yanıt veremeden tarafınızı RTE’den yana koyan siz değil miydiniz? Altından kalkılamayacak şekilde demokrasiye zarar vereceğinizi, en net kelimelerle anlatmadık mı size Ümit Zileli, Uğur Dündar, Yılmaz Özdil ve Mehmet Yılmaz gibi isimlerle beraber? Ama hiç umursamadınız. Mesela, hatırlıyorum, benimle bu konuda NTV’de programa çıkan Lale Mansur’un nasıl kararlı bir şekilde en sert tavırlarla bu ikazlara gülüp geçtiğini...
SİZLER DE ALDATILDIYSANIZ, ÖZÜR DİLEMEYİ BİLİN!
İyi de şimdi nasıl oluyor da gecikmeli tepkilerle, komedi filmi kahramanlığına soyunup bu olaylar hiç yaşanmamışçasına demeçler verilebiliyor, bu imzalar atılabiliyor? Bakın, hani o geri dönülmez gücü RTE’ye vermişlerdi ya... Peki ondan hiç olmazsa şunu öğrenemediler mi? Buna benzer durumlarda televizyonlardan neyi haykırmasına alışığız? “Kandırıldıııkkk! Bizi aldattılarrr!” Yani Cumhurbaşkanı’ndan bu dersi bile alamamış bir aydınlar topluluğu olabilir mi hiç? Aşk olsun! Sizler de açık açık nasıl şekere kanan çocuklar gibi aceleci davranıp topa atladığınızı, kimseleri dinlemediğinizi itiraf etsenize?
Keşke konu şekere kanıp topu kaptırmak olsa! Durumlar çok daha vahim... Bence bildirinin ilk satırlarında ciddi bir özür dileme yer almalıydı. Böyle bir özeleştiri ve özür-itiraf olsaydı, o bildiri daha inandırıcı ve önümüzdeki dönemler adına daha umut verici olabilirdi. Ne gezeerr!! Özür dilemedikleri gibi, şimdi bizler onların ürettikleri bu tek düze, tek-adamcı canavar sistemle boğuşmak durumundayız.
GELİN KONUNUN ACIKLI TARİHÇESİNE GÖZ ATALIM!
Yakın tarihten söz ediyorum. Cumhuriyet’in ilk yıllarına inmeden... Her şey önce Türk Ceza Kanunu’ndan 163. maddenin 1989’da yoğunlaşan tartışmalarla kaldırılmasıyla başladı. Komünizm’in demokrasiye olan teorik tehlikesi bile Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından yok olduktan sonra, sözde denge olsun diye 163. madde kaldırılınca şeriat propagandası serbest hale geldi. Saf demokratları ve sözde ılımlı İslamcıları bir araya getiren ilk şanssız “proje” buydu. Ardından 90’lar boyunca İslamcılar ve 2. Cumhuriyetçiler her konuda paslaştılar. Yeni Yüzyıl’da, Radikal’de, kimi zaman Hürriyet’te sütun paylaştılar. 28 Şubat sürecine beraberce karşı çıkıp, MGK eliyle sistemin kendini yobaz istilaya karşı koruyuşunu en sert şekilde eleştirdiler, bu demokratik hakkı “postmodern darbe” diye linç ettiler. Onlara göre Cumhuriyet’le ilgili her şey “resmi ideoloji” kalıntısıydı. Kurtuluş Savaşı efsanelerinden Atatürk’e sevgi saygıya kadar tüm konular gereksiz bir müsamereden ibaretti. 2008’den itibaren Balyoz ve Ergenekon davalarıyla beraber, ordu, medya ve Sivil Toplum Örgütleri’ndeki neredeyse tüm Atatürkçüler’in zindanlara atılmasına bu güruh hiçbir negatif tepki vermediği gibi, hep destekledi. Yapılan hukuk katliamına hiç ses çıkarmadı. Sonuçta yok edilen Atatürkçü kesimler, ünlü “resmi ideologlar”dı, değil mi? Ne Perinçek, ne Balbay, ne Soner Yalçın, ne de Tuncay Özkan için bir tepkileri oldu o zor günlerde. Hatta kumpasın ortaya çıkmasına da herhalde bu mantığa göre bozulmuşlardır. Sözde Ermeni Soykırımı iddialarına karşı bir tek kere ne Türkiye’yi, ne de demokrasiyi savundular. Türkiye’nin tek yönlü olarak, dinlenilmeden, arşivler açılmadan ve yargılanmadan soykırımcı ilan edilmesi, ana ilgi alanları oldu.
AYDIN OLMAK NEDİR, NE DEĞİLDİR?
İşte şimdi, yakın tarihimizde her dedikleri ters ve yanıltıcı çıkmış bu kişilerin “Aydınlardan İhtar” diye etrafa yayılan bildirisini görünce, mide krampları geçirerek gülmek istiyorum. Aynen aralarından bazılarını Gezi eylemlerinde “öncü”(!) rolüne girmeye çalışırken gördüğüm günlerdeki gibi...
Şimdi bir de bu aceleci ve kısa vizyonlu arkadaşlara “aydın” diyen bazı medya organlarına bir çift sözüm var: Eli kalem tutan, şu ya da bu okulda eğitim almış veya adının başına hasbelkader bir sıfat gelmiş herkes “aydın” olmaz. Onlara “gazeteci-profesör-doktor-yazar” diyebilirsiniz. Ama kesinlikle “aydın” diyemezsiniz. Aydın olmak demek, birçok farklı veriyi, zaman ve mekan koordinatlarını da göz önünde bulundurarak beraber çalkalamak ve zaman tünelinin bu gidişatla bizi nereye yönlendireceğini saptayabilmek demektir. Mesela “Ne güzel tüm yasaklar kaldırılıyor, artık tam demokraside yaşayacağız” demek, aydın olmak değildir. O ortamda yapılacak hangi yıkıcı kökten dinci yayınlarla, zaman içinde kaç intihar bombacısının yetişeceğini hesaplayamazsanız, siz aydın değilsiniz. Ya da “türban” demagojisinin ana hedefini “özgürlük” zannediyorsanız, aydın değilsiniz. Aydın olmak, en farklı verilerin katmanlarını zaman perspektifine oturtarak geleceğe yönelik bir projeksiyon yapabilmektir. Aydın olmak, düz mantıkla sahte ve saf demokrasi hayalleri ile, özgürlüğün rüzgarı ve kırıntılarıyla idare etmeye çalışan bir gençliğin geleceğine set çekmek değildir. Her ortam aynı verilere aynı tepkileri vermez. 1990’larda Danimarka’da verilecek yasaksız ve cezasız bir ceza kanunu örneğini, eğitim seviyesi yerlerde gezinen ve enflasyona ezilmiş bir Türkiye’ye dayatamazsınız. Batıda faşizm ve militarizm sembolü olan ordu kavramına düşman kesilip Türkiye’de de ordu yok olsun derseniz, sonra sayenizde yargıyı parmağında oynatanlar, bir de o güce kolay hükmeder hale gelir, size de “bu ülke hiç bu kadar emniyet sübapsız kalmamıştı” demek düşer! Ya da İsveç’te lisede kondom dağıtırsanız herkesten alkış alırsınız, Türkiye’de o gün 64 öğretmen öldürülür, bakan istifa eder. Klima kimi ortamlarda kimilerinin nefes almasını sağlar, kimilerini zatürre yapar, öldürür. Her şey görecelidir. Bu toplu bakış, analiz ve sentez kapasitelerinden 30 yıldır sürekli sınıfta kalmış bir topluluğa hala kolayca “aydın” diyebilen merkez medyayı tebrik ederim! Belki de iktidar yolculuklarında İslamcıların uzun süre yol arkadaşı olup, ardından kullanım süreli dolduğu için kenara terk edilen kimi isimlere kol kanat gerip, moral vermek istiyorlardır, kimbilir?