Aslında ana gündemim yine CHP’nin Tüzük Kurultayı olacaktı, ancak değerli meslektaşım Mehmet Güleryüz’ün ani vefatı bizi derinden sarstı. Tüzük hakkında kısa birkaç not eklemekle yetineceğim: Yıllardır ve son iki haftadır yazdıklarıma ekleyebileceğim çok önemli bir iki madde var. Geçen hafta da detaylı anlattığım, 2003’teki kurultay günü yaşanan ve artçı şokları bugüne kadar süren tüzük darbesinin CHP tarihinde bir daha hiçbir şekilde yaşanmaması için şu maddenin kesinlikle eklenmesi lazım: “Genel Başkan veya MKYK veya Parti Meclisi, CHP Kurultayı’ndan altı ay öncesinden itibaren hiçbir tüzük değişikliği öneremez, Parti’nin işleyiş çarkını, yöneticilerin ve adayların seçilme yöntemlerini değiştiremez.” Neden bu maddenin tüzüğe eklenmesi şart? Çünkü 2003’te hiçbir faşist partide bile görülmeyen bu kabul edilemez hak ihlali, CHP’nin prestijini yerle bir eden yöntemlerle Genel Başkan seçimine geçmeye birkaç saat kala gerçekleşti ve siyasi haklar gasp edildi. Bu yüz kızartıcı uygulamanın bir daha gelecekte hiçbir yönetim tarafından gündeme bile gelememesi için bu ek maddenin konması şart. Bunun dışında, yıllardır dillendirdiğimiz “Parti’nin halka açılması - Adayların tüm üyeler tarafından her bölgede yapılacak önseçimlerle belirlenmesi - Delegeler iki farklı genel başkan adayına imza verebilsinler ve böylece Tüzüğün “genel başkan gizli oy, açık tasnifle seçilir” maddesi ihlal edilmiş olmasın (aksi taktirde tek adaya deklare imzalarla kimin kimi seçtiği açığa vurulmuş oluyor) - Kadın ve gençlere gerçekten uygulanacak kontenjanlar ayrılması – Dönem sınırlanması - İki dönem başarısız Genel Başkan ve MKYK’nın istifası ve benzer sayısız demokratikleşme formülü umarım yaşama geçer. Bunları defalarca yazmak, genel başkanlara, grup başkan vekillerine ve yöneticilere dillendirmek ve hatta yayınlamak dışında, daha ne yapılabilir ki? Gerisini Ankara’da Tüzük Kurultayı’nda yaşayarak göreceğiz… MEHMET GÜLERYÜZ… Bazı ölümleri veya ağır tarihi dönemeçleri nerede öğrendiğinizi, kötü haberin size ne zaman nerede ulaştığını hiçbir zaman unutmazsınız. Fenerbahçe TV’de programımı yapmış, Avrupa yakasına giden köprüye doğru yol alıyordum. Bodrum’dan arabayla döneli henüz 12 saat olmuştu. Yorgundum. Sibel aradı, ağlayan bir sesle “Vasıf’ın sitesinde okudum, Mehmet Güleryüz ölmüş” diyebildi… İnanamadım. Diğer hatta ablamla yaptığım konuşmayı mecburen yarıda kestim. Haber hiçbir sitede yoktu. Acaba bazen olduğu gibi yanlış bir bilgi mi yayılmıştı diye ümitlendim. Vasıf’ı, Mehmet’in oğlu Kerimcan’ı, hatta bir umutla Mehmet’in Paris numarasını aradım. Yanıt alamadım hiçbirinden. Haber sitelerinde hala bir şey yoktu, yarım saat canlı kaldı umutlar... Sonra maalesef Oksijen Gazetesi’nin sitesinde rastladım o soğuk satırlara. Vasıf zaten emin olmadan böyle bir haberi Instagram’a koymazdı. Ama umut işte… UPSD’yi 36 yıl önce beraber kurmuştuk. Güleryüz dışında Alaaattin Aksoy, Hüsamettin Koçan, Bünyamin Özgültekin, Beril Anılanmert, Handan Börüteçene, Yusuf Taktak ve ben. Kuruluş çalışmalarını Resim Heykel Müzesi’nin içinde bir tarihi odada sürdürmüştük, Beşiktaş’taki Hareket Köşkü’nde… Derneğin ilk başkanı 1989’da Mehmet olmuştu. Arkadaşlar birbirlerine lakap takmayı severler. Mesela ben Türkiye’de tenis ortamlarında “Kaymak” diye çağrılırdım. Fenerbahçe’de Yılmaz Şen’e herkes “Jilet”, Rıdvan’a da “Şeytan” derdi. Komet yani Gürkan Coşkun, adı üstünde “Komet” kaldı hep! Mehmet de gerektiği zaman kendine göre sert, bazen müstehzi, bazen agresif olabildiği için gençliğinden beri “Kötü Mehmet” diye bir lakap kendisine yapışmıştı. Bundan rahatsız mıydı? Bence hayır. Sevdikleriyle bir araya gelip onlara gönlünü açtığında aynı Mehmet’in içinden bir kocaman melek de çıkardı. Takılmaları, esprileri, insanları kahkahalara boğan taklitleri meşhurdu. Gerçek her sanatçı gibi özellikle yurtdışında çok zor şartlarda yaşamış, derisi sertleşmişti. Kendiyle yalnız kalmayı, düşünmeyi, işlerini tasarlamaya özel zaman ayırmayı severdi. Dışavurumcu portreler, figürler, insanın kendisiyle veya dünyayla hesaplaşmalarını yansıtan güçlü ve bağımsız boyasal kimlikler, kendine has çok özgün çizgiler resminin öne çıkan özellikleriydi.   Mehmet’le her zaman anlaşamazdınız. Bu zaten mevzu bahis değildi, çünkü onun netliğinde bir insan herkesle aynı zamanda aynı fikirde olamazdı. Ama çok özel sohbetleriniz olacağı kesindi. Ya da çok tekil anekdotlarınızın! Bazen kızar veya kızdırırdı. Birden kendinizi onunla bir polemiğin ortasında veya bir kitabının eleştirel sayfalarında bulabilirdiniz. Bunlardan hiç korkmaz, çekinmezdi. Herkesle sürekli iyi geçinecek diye bir kuralı yoktu. Kendi özel ve sanatsal hayatında da kimi zaman kırıp geçer, kimi zaman dünyanın en romantik canlısı olurdu. İlişkilerindeki iniş ve çıkışlarla hayatı da gerçek bir dışavurumcu gibi yaşardı! Mesela 1990 basımlı “Boyanın Beyni” kitabımda da Komet’le Mehmet arasında geçen “şiddetli” bir tartışmanın anısı var: Bir gün, 1989’da Ayşe’yle Saint Michel’den aşağıya inerken Komet’le karşılaşıp “vukuatı” onun ağzından dinlemiş ve şaşkın şaşkın gülmüştük. Aralarındaki dostluğu da iyi bildiğimiz için buna farklı bir tepki vermek zordu. Hayat üstünden Komet, bence en değer verdiği meslektaşlarından biriydi. Dostluklarında böyle “”sinematografik”hikayeler olması, sanat tarihine eklenmiş çarpıcı anılardan ibaretti. Öte yandan formunda bir günündeyse ondan daha candan ve alçakgönüllü bir arkadaş bulamazdınız. Herhangi bir anda cebinden çıkardığı hatıralarla, yaşanmışlıklarla, bedeli ödenmiş öğütlerle sizi ihya edebilirdi. Mesela Sibel, Suphi’ye hamileyken onu da beni de tecrübelerinden faydalandırmak için elinden geleni yapmıştı. Babacan, sıcak tavsiyeleri kulaklarımızda hala yankılanır… Sanat ortamında herkese, özellikle bazı koleksiyonerlere güvenilemeyeceğini iyi bilirdi. Onlarla ilişkilerini hak ettikleri düzeyde bırakırdı. Lodoslu Ağustos havaları gibi her an renk değiştirip dönebileceklerini, ardından yağmur karanlığı veya olası bir güneş gelebileceğini çok iyi bilirdi. İnsan sarrafıydı. Kadınları tabii ki severdi. Her akıllı ve duyarlı sanatçı gibi… Ama resmini, ilişkilerinin önünde tutmayı ve korumayı bilmişti. Aynı şekilde piyasaya değil, “ressamlık mesleğine, sanatçı duruşuna” saygısı vardı. Bu geleneğin çizgisinde geçmişe çok değer veren, değişik yüzyıllardaki meslektaşlarını dikkatle etüt eden bir insandı. Aynı zamanda çok iyi bir gözlemciydi. Kahvelerde, pazarda skeç yapmıyorsa çizgileri beynine nakşediyordu. Desen çizgileri özgün ve çok güçlüydü. Çizgi onun açısından resminin namusuydu. Resimlerinin yanı sıra heykelleriyle de iz bırakmış bir sanatçıydı. Ama tiyatro sahnesinde onu izlerken Sibel’le birlikte oyunculuğuna da büyük bir heyecanla hayran olmuş, onu dakikalarca ayakta alkışlamıştık. Mehmet’in oyunculuk gücü, kesinlikle tualleri ve heykelleriyle yarışır haldeydi. Paris’teki Pompidou Müzesi’nde düzenlenen “Dünya Sihirbazları” sergisinin batı-yanlı bir kolonyalist mantıkla hazırlanışını protesto eden ve özel bir gazeteyle dağıtılan manifestomu, 1989 yılında Hüsamettin Koçan, Mustafa Ata, Handan Börüteçene, Nur Koçak, Yusuf Taktak, Metin Deniz ve benimle beraber imzalayan sanatçılardan biriydi. UPSD’de ikinci dönemde başkanlığını devraldıktan sonra, International Association of Art (UNESCO) şemsiyesi içerisinde Doğu Avrupa Başkanlığı ve daha sonra Dünya Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Ben de UPSD Başkanlığını ondan devraldım. Daha sonra benim Avrupa ve Dünya Yönetim Kurulu üyeliklerim ve aynı örgüt içerisinde Dünya Başkanlığım süresince, onun daha önce oluşturduğu dostluklar ve arkasında Türkiye adına bıraktığı olumlu havayla yolumda daha rahat ilerledim. Demokrasi mücadelesi, onun yaşamına varoluş gerekçesi katan çok ciddi bir uğraştı; Gezi günlerinde DİSK önlüğü ile Taksim’de karnından darbe almış fotoğrafı, dönemin simgelerinden biri olmuştu. Güleryüz de ne yazık ki Levent Kırca, Tarık Akan, Ferhan Şensoy, Genco Erkal ve İlhan İrem gibi Türkiye’nin tam demokratikleştiğini göremeden aramızdan ayrıldı. Bu da ayrı bir üzüntümdür. O gün geldiğinde, her birinin mezarına birer çiçek yerleştirerek mutlu anı paylaşmak boynumuzun borcu olsun. Sonuçta ardında bıraktığı yapıtlarla, fırça darbeleriyle, anekdotlarla, silinmez sözlerle, sayısız hatıralarla, Türk sanat ortamından bir Güleryüz rüzgarı en sert şekilde eserek geçti. Bıraktığı izler hep hatırlanmaya, konuşulmaya devam edecek. Seni çok özleyeceğiz dostum…
Yazı Tarihi: 05.09.2024
Paylaş
Benzer Yazılar