22 Ağustos, Pazartesi, gerçek bir İstanbul Beyefendisinin, çok değerli duayen sanatçımız Prof. Dr. Adnan Çoker’in vefat haberi ile sarsıldık. Uzun zamandır hasta olduğunu biliyorduk. Buna rağmen, her ölüm 95 yaşında bile gelse zamansızdır. Dün Çoker’i Mimar Sinan Üniversitesi ve Şakirin Camii’nde yapılan törenlerle ölümsüzlüğe uğurladık.

Kurucusu Osman Hamdi‘nin ardından 20. yüzyıl boyunca Akademi’ye değişik süreçlerde yön veren Zeki Kocamemi, Nurullah Berk, Zeki Faik İzer, Sabri Berkel, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi büyük isimler sanatımıza ışık tutmuştur. 1960 ve 70’lerden sonra gelen kuşakta ise Akademi’nin önemli isimleri arasında artık Adnan Çoker, Özdemir Altan, Neşet Günal ve daha sonra Devrim Erbil vardır. Çoker, gerek yetiştirdiği öğrencileriyle gerek Doğu-Batı sentezini başaran üslubu ve sanat eserleri ile Türk modern resminin içinde 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sarsılmaz bir yer edinmiştir. Minimal soyut sanatla, Selçuk ve Osmanlı mimarisinin özgün buluşmasıdır bu sentez. Fakat Çoker, bununla yetinmemiş, Akademi’nin özellikle 80’lerin başlarından itibaren yaşadığı üslup tartışmalarında çağdaş sanatın ve kendisinden sonra gelen kuşakların önünü açan akademisyenlerin başında gelmiştir. Bu söylediklerimi hafife almayın. Çünkü sanat ortamımızın kavgaları, savaşları kimi zaman da entrikaları inanın siyasi arenamızdakileri arattırmaz, hatta kimi zaman gazetelerin 1. sayfasına konu olur! Çoker, bir yandan son derece ciddi, ödünsüz, hatta kimi zaman katı bir insan olmuştur. Kimi anlarda da tersine çok güleryüzlü, yüreklendirici ve esprili olmayı da çok iyi başarmıştır. Çoker, gerek yapıtlarıyla gerek konuşmalarıyla gerek yönlendirmeleriyle üç kuşak sanatçıyı kalıcı biçimde etkilemiş, kelimenin tam anlamıyla bir “sanat profesörüydü”. Normalde ben ressamlarla “profesör” sözcüğünü evlendirmeyi pek sevmesem de, onun özelinde bu sıfatın kendisine çok yakışıyor. Onun ağırlığı Türk sanat ortamında yarım asırdır hep farklı olmuştur. Evrensel, kültürlü, disiplinlerarası diyalog ve beslenmeye son derece önem veren muhteşem bir aydın kimliğidir bu.

Türk sanatının kabuk değiştirdiği 80’li yıllarda , başta eski öğrencisi Yusuf Taktak’ın önayak olduğu ve aralarında benim de birçoğuna katıldığım  “Öncü Türk Sanatından Bir Kesit” sergilerinin de, Günümüz Sanatçıları buluşmalarının da, gençlik buluşmalarına büyük destek vermiş, çağdaş üslupların kabulü ve yerleşmesinde etkin rol oynamıştır.

Hayatımda güvenini kazanmış olmaktan gurur duyduğum iki insan var. Biri, Deniz Gezmiş’in efsanevi parkasını ömründe ilk defa 68 Kuşağı 40. Yıl sergisi için bana 2008’de emanet eden rahmetli avukat Halit Çelenk’tir... Benzer bir kıvancı bana ilk yaşatan kişi ise Adnan Bey olmuştur. 1985’te ben henüz Amerika’da yaşayan ve arada Türkiye’de de sergiler açan bir sanatçıyken, o yılların resim bölümü Başkanı olarak beni Akademi’deki atölyesine öğrencileriyle davet etmiş ve ömründe ilk defa başka bir sanatçıya bu güveni göstererek  benim bu gururu hissetmemi ve o günü en unutulmaz anılarım arasına almamı sağlamıştır. Ne koca meydanlarda attığım siyasi nutuklar ne de UNESCO Genel Kurulu’nda yaptığım konuşmalar bana bu gururun dengini yaşatabilmiştir. Adnan Bey’in bu konulardaki disiplinini ve ciddiyetini tüm tarihsel perspektifleriyle beraber yakından tanıyanlar ne demek istediğimi çok iyi bilirler.. (Bu söyleşi, ilk kitabım “Boyanın Beyni”nde yer alıyor)

Adnan Bey ile beraber akşam yemekleri yemek, sanat ortamını tatlılıkla “çekiştirmek”, film, müzik veya üzerinde hiçbir zaman anlaşamayacağımız Fenerbahçe-Galatasaray rekabetiyle süslü maç sohbetleri yapmak hep yeri doldurulmaz keyifler olarak hatırımda kalacaktır.

Işıklar içinde uyusun, mekanı cennet olsun…

(Rusya’nın Ukrayna saldırısına neden karşı durduğum konusunda Soner Yalçın’a yanıtım, haftaya perşembe Cumhuriyet internet köşemde yayınlanacak)

Yazı Tarihi: 24.08.2022
Paylaş
Benzer Yazılar
Videolar
Alt
Bedri Baykam’ın çok ilginç sergisini Müfit Can Saçıntı’nın gözüyle görmeye ne dersiniz?