6 Şubat depreminin fiziksel yıkımı ve verdiğimiz on binlerce kayıp kadar, vaziyetin ülkece üzerimize çöken psikolojik enkazı tüm ağırlığını korurken, geçen gün üst üste Hatay’ın farklı noktalarında 6,4 ve 5,8 büyüklüklerinde iki deprem daha meydana geldi. Bu kez gıda ve eşyalarını çıkarabilmek için evlerine giren vatandaşlar depreme yakalandı. Hasarlı binalar yıkıldı. 18 gün geçti, hala en temel sorun olan barınma ihtiyacı çözülebilmiş ya da bitirilebilmiş değil. Canlı yayın kampanyalarında devlet eliyle bol sıfırlı yardım rakamları toplanıyor; ama hala belediye başkanları, ilçe ve köylerdeki vatandaşlar “çadır ve seyyar tualet” diye yalvarıyor. Akıl alır değil!

 

Depremin yarattığı tahribat, maruz kalanından depremzede yakınına, konvansiyonel ya da sosyal medyadan şahit olanından yardım için koşturanına, tüm milletimizi tarumar ettiği gibi, özgürlüğü dört duvarla sınırlı tutuklu ve hükümlüler için de büyük bir felakete dönüşüyor.

 

Dün gece devletin, engelli vatandaşlar için nasıl bir depreme karşı hazırlık, önlem ve tahliye planı olduğunu(!) merak edip düşünürken, bir yandan da aklıma mahkumlar ve mahkum aileleri geldi. Yıkıcı bir depremde hapishanedekilerin can güvenliği kadar, dışarıdaki yakınlarının depremle imtihanında neler yaşanmış olabileceğini ya da yaşanabileceğini düşündüm. Adaletin kavramının siyasetle şekillenebildiğini gördüğümüz sayısız örnek üzerinden, bilhassa haksız mahkumiyetle özgürlüğünden alıkonan insanlar için de katbekat üzüntü duydum. Türkiye’deki cezaevlerinde olağanüstü haller için düşünülmüş bir hızlı tahliye sistemi bildiğimiz kadarıyla yok. Hala otomasyona geçilmemiş; klasik demir kapılar manuel kilit sistemleriyle çalışıyor. Netleştirilmiş toplanma alanları yok, yani güvenli alana geçebilme planı yapılmamış. Bu ve benzeri durumlarda mahkum ve tutuklular için yaşamsal riskin çok fazla olduğu aşikar. Bu konu ile ilgili mevzuatta telefon hakkı ve izin dışında afet anında yapılaması gerekenlere dair şekillendirilmiş düzenlemeye de rastlamıyoruz. Görüyoruz ki devlet konuya sadece bir iç güvenlik meselesi olarak bakıyor ve can güvenliği bir öncelik değil. Şu durumda mahkumlar afet anlarında gözden çıkarılmış vatandaşlar mı oluyor? Mahkumların firarına karşı yaşam hakkını geri plana atan güvenlik protokolü mantığı da, gördüğümüz kadarıyla firarların yaşanmasına mani olamamış. Maraş Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açıkladığına göre firari mahkumların önce 40’ı, sonra da 80’i yakalanmış.

 

Afetin yarattığı bu kaos ortamında, devletin mahkumlar ile yakınları arasındaki iletişimi sağlamak noktasında nerede durduğunu araştırdığımızda ise, henüz çadır ulaştırmakta muvaffak olamamış sistemin beyanat dışında soruna yönelik ciddi bir hamlesi de olmadığını görüyoruz.  Kısacası içerdeki dışarıdaki için, dışarıdaki de içerideki için kaygılı ve çaresizlik içinde. 

 

Depremde büyük zarar gören Maraş Türkoğlu 2 No’lu L Tipi Kapalı Cezaevi ve İslahiye T Tipi kapalı Cezaevi’ndeki mahkumlar, yerleri yakınlarına söylenmeksizin farklı illere nakledilmiş. Evrensel’in 12 Şubat’taki haberinde bir mahkum annesi olan Serap Ergin “Cezaevi her defasında bizi farklı gerekçelerle geçiştiriyor. Bilgiler birbirleriyle çelişiyor. Bazen tutukluların durumu iyi diyor, bazen de cezaevinde oluşan hasardan dolayı sevk edildi diye bilgi veriyorlar. Nereye götürdüklerini bile söylemiyorlar. Cezaevi telefonlarımıza artık cevap dahi vermiyor. Bir bilgi alamıyoruz. Sevk edilip edilmediğini bilmiyoruz. Yaşamını yitirip yitirmediğini bilmiyoruz. Nerede olduklarını bilmiyoruz ve yollar kapalı olduğu için biz de gidemiyoruz.” diyor. Geçen süre zarfında da konu ile ilgili bir gelişme olmadığını öğreniyoruz. 

 

Tekrar ve tekrar altını çizelim: Devlet “bütün” vatandaşlarının can güvenliğini tesis etmekle yükümlü olduğu gibi, hangi gerekçeyle hüküm giymiş ya da tutuklanmış olursa olsun, mahpus vatandaşların yaşam koşullarını insani standartlar düzeyinde tutmakla mükelleftir. Cezasını toplumdan tecrit ve özgürlük mahrumiyeti olarak çeken bir mahkuma, cezaevi koşullarını zorlaştırarak ekstra bir cezalandırma sistemi yaratmaya -ya da konuyu karanlıkta bırakarak- yaratılmasına fırsat vermeye kimsenin hakkı yok.

 

 

PEKİ YA HUKUKUN ENKAZI?!

 

Adalet mekanizmasının politik bir sindirme aracı olarak kullanıldığı şu atmosferde cezaevlerindekiler için yaşadığım keder tarif edilemez düzeyde. Demokles’in kılıcı gibi halkın ensesinde sallanan içeri atılma “anksiyetesi”, yani bir despotizm metaforu olarak “kaygının Silivri hali”, herhalde demokratik ifade özgürlüğü rüzgarlarının estiği, yargısı bağımsız/tarafsız bir hukuk devletinin tecellisi olarak doğmadı. 

 

World Justice Project’in Hukukun Üstünlüğü Endeksi gibi çeşitli bağımsız raporlarda listenin sonlarında olduğumuz malum. Zaten hukuksuzluğun adını koymak için ille de istatistiklere ihtiyacımız yok. Bire bir yaşadığımız her şey -çok şükür ve ne yazık ki- toplumsal hafızamızdaki yerini koruyor. Sayısız insan sabahın kör karanlığında, yaşına başına bakılmadan, fikren/siyaseten sesini yükselttiği için adeta derdest edilerek evlerinden alındı. Adeta linç edildi, yargılandı, mahkum edildi; bir yere varamayan iddianameler beraatı getirse bile üretilen yeni dosyalarla yeniden mahkum edildiler. Neler neler yaşadık ve yaşıyoruz!

 

Bir tarafta örtbas edilip sonunda AİHM nezdinde Türkiye’nin defalarca mahkum edildiği kamu görevlisi davaları, “iyi haller”, faili meçhuller, takipsizlikler, hatta hiç açılmayan dosyalar ve ceza kavramının ucundan bile nasiplenmeyen bir güruh; diğer tarafta en az bir o kadar siyasi tutuklu ve gazeteciler, Gezi gibi tamamen iktidarın kendi varlığına tehdit olarak algıladığı için itibarsızlaştırılıp mahkum etmeye çalıştığı muhalif bir hareketin özneleri, kısacası birileri varlığından rahatsızlık duyduğu için içeride olan ve gerçek adaleti bekleyenler. Örneğin, aydınlanmamızın yüz akı örneklerinden Mücella Yapıcı gibi bir profilin siyasetten bağımsız, adil bir hukuki düzende hapiste olabileceği aklınıza gelir mi? Bu ülkede akla gelmeyen başa geliyor. (Emniyet kemerini çıkardığı için İngiltere Başbakanı Rishi Sunak’e ya da pandemide kurallara uymadığı için dönemin Norveç Başbakanı Solberg’e para cezası kesilebilmesi gibi adaletin herkese eşit mesafede olduğu durumlarsa bizim gibi adaletsizliğin kanıksandığı coğrafyalarda çok ütopik görünüyor.)

 

Özetle, tüm bu adalet enkazının altından çıkmak için sabırla gün sayan insanlara, bir de deprem afetinin yıkıntılarıyla bitecek bir son yazmaya kimsenin hakkı yok. Mahkumların yaşam hakkı devletin sorumluluğundadır. Bu, devlet ahlakının da turnusolüdür.

Yazı Tarihi: 23.02.2023
Paylaş
Benzer Yazılar
Videolar
Alt
İstanbul Kartal'da gerçekleştirilen ‘Dünya Sanat Günü" kutlamaları pek çok etkinliğe sahne oldu. Sanat Sokağı’ndaki etkinliklerde çeşitli şiir dinletileri, animasyonlar, atölyeler ve çocuk aktiviteleri gerçekleştirildi. Oluşturulan barış duvarına sanatçılar ve çocuklar boyalarla el izlerini bıraktılar. Birçok sanatçının eserleriyle katıldığı etkinliğe; Kartal Belediye Başkanı Gökhan Yüksel ile Bedri Baykam da katıldı. Rus ve Türk sanatçılardan oluşan müzik band'i Grup Barış, verdikleri konserde şarkılarıyla tüm dünyaya barış mesajı yolladılar.