Değerli çözümleme okurları, Türkiye’nin çivilerini “çaktırmadan” yerinden oynatıp söken “90’lı yıllar” araştırmamızın geçen sayıda yayınlanan ilk bölümünde, solunun ve sosyal demokratların hiçbir uyarımıza kulak asmadan yarattıkları saçma ve yapay bölünmelerle ülkenin geleceğini nasıl zora soktuklarını somut kanıtlarıyla irdelemiştim. İkinci etabımız bu sefer merkez sağ partilerin neden olduğu yıkımın analizi. Özetle aşırı sağ ve dinci partilere benzeyerek, onlara doğru gerçekleşebilecek bir oy kaymasını durdurmaya çalışan merkez sağ, yine bütün ikazlarımıza rağmen bu ölümcül hatasında ısrar etti ve kendi kendini yok ettiği gibi, Türkiye’de de maalesef rejimin geçirdiği depremin o yıllardan itibaren ana sorumlusu haline geldi. Size sıcak tartışmalarını aktardığım o yıllarda, bu çöküş, Cumhuriyet’in temellerine sıçramasın diye, rahmetli Turgut Özal, Adnan Kahveci, Mesut Yılmaz, İsmet Sezgin ve -Allah uzun ömür versin- Gökberk Ergenekon gibi, daha birçok önemli merkez sağ siyasetçiyle görüşüp, kendilerine yaptıkları hatanın vahametini uzun uzadıya anlatmıştım. Şimdi o dönemlerin göbeğinde gerçekleşen ve bugünkü raydan çıkışımızın fitilini ateşleyen demokratik kavgalara ve gaflara gelelim:
NAPSAK, NETSEK KİME OY VERSEK?
Tempo, 30 Mart 1994
Demokrasi tarihimizin en çok konuşulan seçimlerinden biri geldi çattı. 27 Mart günü aramızdan çok az seçmen, gönül rahatlığıyla ve pişman olma korkusu yaşamadan sandığa gidecek. Bugünkü politik ortamın dağınıklığı ve güvenilmezliği öyle boyutlara geldi ki, fanatik parti militanı olmayan her vatandaş, oy verdiği partisine en azından içinden kızmaya devam edecek: İyi niyetli, sade Türk vatandaşının politik bilinci, ne yazık ki onları temsil etmesi gereken parti liderlerinin kat kat ötesinde.
Seçimlere 15 parti giriyor. 11 tanesinin hiçbir fonksiyonu yok. Türkiye'de, iki sağda, iki solda en fazla dört partiye gerek var. Bu 1980 öncesinin tablosuyla eski CHP, TİP, AP ve MHP, Refah mı? Bir partinin demokrasi yelpazesinde yer alabilmesi için demokrasiyi kabul etmiş ve özümsemiş olması lazım; gerek çeşitli belediye başkanlarının uygulamalarıyla, gerek genel başkanın son demeçleriyle, gerek militanlarının sokak sloganlarıyla, gerek Tanrı'yı kendilerine ait bir olgu olarak gösterme çabalarıyla, bende bu duyguyu uyandıramıyorlar.
Sizi bilmem ama çevremde yaşlısından gencine konuştuğum herkes "kendi partisini” desteklemekten ziyade Cumhuriyet'i koruma peşinde. Acı ama gerçek!
Sorumsuz parti liderlerinin boş bıraktıkları alanda rejim düşmanları cirit atarken, liderlerinin nutuklarını ikna olmadan dinleyen milyonlarca sorumlu yurttaş, "hangi ilde/ilçede, kime oy verirsek, özgürlüklerimizi ve demokrasiyi koruyabiliriz" bunun hesabını yapıyorlar.
Sola bakıyorum. Ecevit çıkmış, alnı açık aydınların ve demokratik kitle örgütlerinin yıllardır "din istismarı" konusunda yaptıkları uyarıları ciddiye alan ve konunun üstüne giden ilk politik lider olmuş ama 70'li yıllardaki gücünü ve etkinliğini unutmuş. SHP'mi? Evet onlar da laikliği "savunuyorlar" veya "öyle görünüyorlar". Ama işte fark şurada: Bugün konu laikliği "savunmak" değil, irticanın üstüne yürümek. Bu satırları yazdığım Bebek Kahvesi'nin önünden şarkılar eşliğinde CHP konvoyu geçiyor. Anlayamıyorum. Bugünkü ortamda, İstanbul'da, laikliği, demokrasiyi insan haklarını, Atatürk'ü savunduğunu söyleyen bir parti, tüm bu saydıklarımı kaybettirecek olan bölünme oylarını nasıl bu kadar umursamaz? (…)
Bir de sağa göz atalım. AP iki değişik “şirkete” bölünmüş durumda. DYP'den çıkan ANAP'a giriyor. Mesut Yılmaz'a kızan, DYP'ye girip "nerede kalmıştık?" diye tekrar belediyeciliğe soyunuyor. Bu iki partinin ayrı kalmalarının tek nedeni, Yılmaz ve Çiller'in aynı ipte cambazlık yapamayacaklarını anlamaları ve "başkan yardımcısı" olmayı onurlarına yedirememeleri. Ne diyor kara kaplı kitap? "Gerçek devlet adamı ülke çıkarlan için, yalnız kendi çıkarlarını değil, parti çıkarlarını da harcamaya hazır olan sorumlu kişidir. Ortada bu tanımlamaya uyan devlet adamı görürseniz, lütfen ben dahil tüm çevrenizi haberdar edin, peşinden gidelim! Liderlerimizin anlayamadığı basit bir gerçek var: Birbirlerini kötüledikleri zaman, hep kendileri puan kaybediyorlar ve hatta halkta bıkkınlıktan öte bir antipati yaratıyorlar.
Evet, takvim 27 Mart'ın bir belediye seçim günü olduğunu söylüyor. Hâlbuki bu bir uygarlık seçimi. Adayların kimlikleri ve kentimiz için ne düşündükleri maalesef tamamen ikinci planda kalıyor. Gönül isterdi ki, açık oturumlarda İstanbul'a ne yapılmalı; köprü mü, tüp geçit mi, 150.000 kişilik stat mı, dev çağdaş sanat müzesi mi, bunları tartışalım. Ama tartışamadık. Çünkü vatandaşlarımızın yarısını 2. sınıf köle yapmanın demokrasi olduğunu, eğitimsiz ve enflasyona ezilmiş kitlelere anlatan bir parti onları aldattı. "Aman laiklik konularına girmeyelim, sonra bizi dinsiz zannederler" diye kendi halkını enayi yerine koyan tüm diğer parti liderleri yıllarca tepki vermeden bunları seyrettiler. Sonra'da 12'ye üç kala biraz da koltuk kaygısıyla uyanır gibi oldular. Böylece biz, TV kanallarında heyecanla 21. yüzyıl hakkında yapılan Orta Çağ müsamereleri seyrettik. Dileyelim ki bu parti enflasyonunun ve bölünmüşlüğün getirdiği son krizli seçim olsun…
…
“HEM MERKEZ SAĞA OY VERİRİM, HEM ATATÜRKÇÜYÜM”: BUGÜN BU MÜMKÜN DEĞİL
Tempo, 5 Haziran 1994
Bugünün Türkiye'sinde ANAP ve DYP'ye oy veren insanlar hâlâ kalkıp "Biz Atatürkçüyüz" diyebilirler mi? Bence bu şanslarını artık kaybetmek üzereler... Sosyal Demokrat olmama rağmen bu beni yurttaş olarak üzüyor. Çünkü gönlümüz istiyor ki Cumhuriyet'in temel ilkelerini savunmak bir sağ/sol konusu olmasın. Mustafa Kemal'in "Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur" cümlesiyle ve devrimleriyle bize armağan ettiği laik hukuk devletimizin değerini, politik yelpazede yer alan tüm partiler çok iyi bilsin.
(…)
Peki Merkez Sağ? Sorsanız, Çiller ve Mesut Yılmaz Atatürkçü ve laik Cumhuriyet'ten yana olduklarını söylüyorlar. Örgütleri, çeşitli ilçelere "Atam İzindeyiz" diye pankart asıyorlar. Çeşitli zibidiler zırvalamaya başlayınca yine ANAP ve DYP devreye girerek Atatürk'ü koruma demeçleri veriyorlar. Her iki parti de, devrimleri hırpalayarak dinsel oy avcılığını başlatan DP'nin devamı oldukları iddiasındalar. Adını "Milliyetçi Muhafazakâr" olarak koydukları tabanlarının içine çeşitli şeriatçıların dolmasına, hoşgörüden öte bir sevinçle göz yumuyorlar.
Yıllardır İmam Hatip liselerinden çıkanların yeterliliklerinin çok ötesinde olan üniversitelere girmelerine ve oradan sistematik olarak devleti idare eden kadrolara sızmalarına seyirci kalan merkez sağ partiler, dinci kadrolaşma peşinde olanların gerçek emellerini görmezlikten gelerek, sözde savundukları çağdaş evrensel dünyaya ters düşüyorlar. Tansu Çiller, Taksim'de laiklik mitingi yapıyor. Kendisine sormak lazım. "Pardon, hanımefendi siz ana muhalefet lideri misiniz? Yoksa biz mi yanlış anlamışız?"
“Başbakansanız o zaman devlet eliyle intihar ettirilen Türkiye Cumhuriyeti’ni, demokrasiyi korumak için, iktidar olmanın nimetlerinden niye faydalanmıyorsunuz?”
“Anlaşıldı... Siz, merkez sağ partilerin yarım asırlık dinsel oy sömürücülüğü refleksinden kurtulamıyorsunuz. Ve hâlâ göremiyorsunuz ki, artık kendi bindiğiniz dalı keserek, uçuruma düşmek üzeresiniz. Yıllardır laikliğin ne olduğunu anlatmaktan çekindiğiniz Türk halkı, pompalanan rejim düşmanları tarafından öyle aldatıldı ki, artık tavizlerin sonucunda oluşan oylar katiyetle size geri dönmüyor.”
Merkez sağdaki seçmenlerin büyük çoğunluğu yine Atatürkçü, laik Cumhuriyetten yana. Ancak partileri, aynı telden çalmıyorlar. ANAP'lı belediye başkanı, Kuran'a el basarak göreve başlıyor, Mesut Yılmaz belediye felaketleri yetmiyormuş gibi "Milli Mutabakat" hükümetinden söz edip RP’yi iktidara davet ediyor, ANAP'lılar Tayyip Erdoğan'ın istediği doğrultuda oy kullanıp, İl Genel Meclisi'ndeki laik ittifakı bozuyorlar. Doğru Yol Partisi’nden bir milletvekili Ayasofya'yı İbadete açma önergesi verip, şeriatçılara yıllardır bekledikleri simgesel çıkartmayı sunuyor. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan şeriatçı bürokratları temizlemek için mücadele başlatan Nevzat Ayaz'a karşı DYP içinde imza kampanyası düzenlenip kellesi isteniyor. Bu arada ANAP ve DYP’liler, RP ile açıkça bir ittifaka girip, tek suçu laik Cumhuriyeti savunmak olan Anayasa Mahkemesi Başkanı aleyhine anlaşılmaz bir "susturma önergesi" veriyorlar, "laiklik" kelimesinin terör yasasında yer almaması için ortak tavır alıyorlar, Sivas'la ilgili komisyon çalışmasında bile Sosyal Demokratlar’ın değil RP'nin yanında yer alıyorlar! Bu da yetmiyormuş gibi Kuran kurslarının ve İmam Hatip liselerinin orta bölümünün temel eğitim kapsamına alınmasını sağlayacak değişiklik yine kutsal ittifak sayesinde kabul ediliyor...
Kendisine "Atatürkçü ve laik" diyen merkez sağ örgüt ve seçmenine ise tek çıkar yol kalıyor. Açıkça kazan kaldırarak tavır göstermek ve bu inanılmaz gafletten derhal dönmezlerse, bu partilerin içinde artık yer almayacaklarını, bulutlarda gezen üst katlardaki liderlere bildirmek. Her türlü derneğinden kulübüne, köylüsünden kentlisine, çağdaş, laik her yurttaşa düşen görev bu. Türkiye'de politik krizin aşılmasını isteyen herkes artık açık oynamayı ve dürüstlüğü öğrenmeli.
…
1989: “BIRAKIN ONLAR DA KONUŞSUN”
1994: “SİZ ARTIK SUSUN, YALNIZ ONLAR KONUŞSUN””
Tempo, 1994
Geçen gün, gecenin karanlığında televizyonda TRT 1’den bir haber yayınlanıyor: "Cezayir'de radikal dinci gruplar yarından itibaren peçe takmayan kadınların öldürüleceğini ilan etti." Bizim sevgili saf demokratlar ordusunun kulakları çınlasın. Maşallah pek yakında sosyolojik, antropolojik, psikolojik ve entelokolik yorumlarla, yine Cezayir'deki yobazların da en şaşırtıcı savunmalarını üstlenirler.
Ne kadar ilginçtir, bu sonsuz demokrasi avukatları giderek azalıyor. Yalnız saf demokratlar değil, Sayın Erbakan'ın da demokrasi iştahı bayağı kaçmış. Bir yandan artık “Tek parti olacak, 60 milyon yalnız bir partiyi tutacak” diyor, öte yandan Bülent Ecevit kendisini ulu orta eleştiriyor diye, konuşmalarını kanun yoluyla durdurmaya çalışıyor! Aslında, Erbakan haklı. Ben de onun yerinde olsam, aynı şeyi yapardım. Ne güzel, yıllardır 3-5 köşe yazarı ve 2-3 dernek dışında, hiç kimseden tek tepki almadan herkesi yaylım ateşine tutup, onları “taklitçilikle, sahtecilikle” suçlayıp neşe içinde politika yapıyorken, şimdi birden şu “demokrasi” illetiyle boğuşmaya mecbur kaldı. Eh, tabii, bunu sevgili “hukuk devleti” eliyle durdurmaya çalıştı, ama nedense tutturamadı. Hoca'nın partisi demokrasiyi sever de, ne olduğunu herhâlde pek bilmez. Demokrasinin D'sini tanımayan İslam ülkeleri ile içli dışlı olan RP için demokrasi, “Temel İçgüdü” filmini vizyondan kaldırma özgürlüğü, ANAP milletvekili hanımefendilerin etek uzunluğuna ve çeşitli beldelerde şortlara ve turistlerin cinsel yaşamına karışma özgürlüğü olarak algılanmakta. Maazallah iktidar olsalar, demokrasi sevgileri acaba nerelere kadar uzanır? Baksanıza, Tanrı sevgileri o boyutlarda ki, kendileri dışında kalan 50 milyon laik Müslümanı neredeyse dinsiz ilan edecekler.
Geçenlerde yılın incilerinden birini Nilüfer Göle patlattı: “RP iktidara gelir ve demokrasiyi ortadan kaldırmak isterse, o zaman mücadele başlatılır.” Yılın fıkrası olmaya aday bir "cesur demokrat” tavrı. Örneğin Göle bir İran'a gitse ve eleştirilerine başlasa... Şeriat içinde, demokrasi(!) için mücadele ve içinde Nilüfer Göle (herhâlde peçeli). Arkasından tüm saf demokratlar, bizim Marko Paşa'yı sarmışlar. Şikâyet edip anlatıyorlar. “Ama biz bunu istememiştik, ama biz uzlaşma için onları desteklemiştik, biz masumuz.” Bir türlü şu basit mantık olayını kimilerine anlatamıyoruz: Laikliğin içinde zaten uzlaşma var. Kimse kimseye karışmıyor, isteyen istediği gibi yaşıyor. Oysa onların hedefi kendi Orta Çağ tercihlerini herkese zorla kabul ettirmek. Allah'tan 211 değişik cepheden saldıran tüm Cumhuriyet düşmanları, bir Mustafa Kemal'le baş edemiyorlar. Ve edemeyecekler.
1987'de Türkiye’ye döndüğümde, Anıtkabir'e gitmeyi küstahça reddeden İran Başbakanı'na karşı anlayışlı diplomasi ötesinde bir boyun eğmişlikle yaklaşan dönemin iktidarı, saçlarımı diken diken etmişti. 1989'da 163. maddenin de kaldırılmasını saf demokratlar heyecanla “demokrasi adına” talep ediyorlardı. Demokrasi adına demokrasiyi gömmek! Beş kişi toplanmış oyun oynuyor, kazanan el kağıtları dağıtıyor. Kaybedince sıra yeni kazanana geçiyor, altıncı bir adam çıka geliyor. “Kağıt dağıtma sırası bana gelince, oyun bitecek, sizi de oyununuzla beraber tarihe gömeceğim” diyor ve masa başındakiler, “Aman hoş geldin, lütfen aramıza katıl, çay iç, baklava ye, güçlen" diyorlar: İntihar demokrasisi! 1989’da safcıkların ana sloganı “Her fikir serbest olsun, onlar da düşündüğünü söylesin; Türkiye yasaksız bir ülke olsun.” gibisinden laflardı. Bugün aynı safcıklar, yeni yeni yasaklarını yaymaya başladılar. Bunlardan başlı başına bir konu olan birincisi “Orduya saygılı olma yasağı”, ikincisi "laikliği savunma yasağı". Evet yanlış duymadınız! Daha düne kadar sonsuz fikir özgürlüğü diye yanıp tutuşan kalemler, şimdilerde yobazlara, aydın katillerine, dini inanç sömürücülerine karşı yalnız tek silahları olan kalemleri ve mantıklarıyla mücadele eden insanları susturma peşindeler. “Efendim, laik cephe kuruyorlar, bunlar çok tehlikeli.” Vay anasını sayın seyirciler! Laikler ülkeyi bölüyormuş! Peki yıllardır ülkeyi “inanan-inanmayan”, “Müslüman-kafir” diye ikiye ayıran ve halkı suça teşvik eden, cumhuriyete düşmanlık saçan oluşumlara karşı neden ses çıkarmıyordunuz?
…
REFAH ATEŞLE OYNUYOR
Aydınlık, 2 Aralık 1995
Partilerin parçalanmışlığının ortasında yüzüyoruz. “Ben o adamın altına düşemem” krizi yaşayan bazı lidercikler, kişisel egoları yüzünden ülkenin, kaosun eşiğine gelişini umursamazlıkla seyrediyorlar. Ülke batacaksa batsın, yeter ki siyasi rakipleri önlerine geçmesin! Hem zaten “bişiy” olmazmış, gereksiz korkular yaşanıyormuş.
Halkta ciddi bir rahatsızlık var. Ya Refah kazanırsa? Ya Refah birinci parti olursa? Herkes bunun üstüne senaryolar üretiyor. Kimine göre hiç de önemli değil. Çünkü, TBMM var, demokrasi var. Zaten, salt çoğunluğu RP tutturamaz. Kimine göre ise. Türkiye, İran, Cezayir, Mısır örneklerinin etrafında geziniyor.
Peki, RP’liler bu işlere neler diyorlar? Bir de ona bakalım: Erbakan, bilindiği gibi, “60 milyon tek partiyi tutacak”, “Kanlı veya kansız bu düzen değişecek”, “Taklitçilerin son tangosu bu” gibi cümleleri yıllardır sarf ediyor. 28 Kasım 1995 tarihli Posta gazetesinde; Erbakan’ın yardımcısı Abdullah Gül'ün The Guardian gazetesine verdiği röportajdan alıntılar var: “Türkiye’de Cumhuriyet’in sonu geldi. Kesinlikle laik sistemi değiştirmek istiyoruz” diyor. 23 Kasım 1995 tarihli Akşam gazetesinde de, RP Genel Başkan Yardımcısı Hasan Hüseyin Ceylan da, habere göre “Eğer iktidar olursa, kimi cezalandırıp kimi cezalandırmayacaklarını” tartışmaya başladı. Ceylan, İkinci Cumhuriyetçi ve Atatürk ilkelerini yıkmaya çalışan, üniter devlete karşı yazanların serbest olacağını, Haluk Gergerler’in, Ahmet Altanlar’ın, Yaşar Kemaller’in serbest kalacağım, ancak başörtüsü zulmü yapanların cezalandırılacağını söyledi. Helâl olsun adama, yıllardır nefes nefese anlattığımız İkinci Cumhuriyetçi-Şeriatçı flörtünü nasıl anında tescil ediyor. (YDH'lıların kulağına küpe olsun!) Öte yandan, Adnan Menderes’in oğlu Aydın Menderes de DP’den ayrılıp “seçim ittifakı yapmak için” RP’ye büyük ve gösterişli bir törenle giriverdi. Babasının mecliste milletvekillerine “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” diyen tarihî itirafı ve gafını şimdi artık oğlu perçinliyor. Aydın Menderes, ezanı Arapçaya çeviren, tarikatlara göz yuman, laiklik ve demokrasiden uzaklaşmaya çalışanlara göz kırpan babasının “misyonunu" Erbakan’la el ele, omuz omuza vererek tamamlamaya kararlı. “25 Aralık'tan sonra İslam'ın neye uygun olup olmadığı değil, neyin İslam’a uygun olup olmadığı tartışılacak” diyor kameraların önünde boğuk sesiyle Aydın Bey. Erbakan ve ekibi alkışlarla ve gülücüklerle şahlanıyor. Erbakan'ın meşhur 1980 Konya Mitingi'ndeki kararlı yürüyüşünü yeniden görür gibi oluyorum. “Tarih tekerrürden ibarettir” ve meşhur yanıtı “İbret alınsaydı tekerrür mü ederdi?”
RP, tüm bu cümlelerle çok partili rejimi, demokrasiyi, özgürlükleri ve laik Cumhuriyeti yıkmak istediğinin mesajını vermiş oluyor. Yani RP, Türkiye’nin Cumhurbaşkanını, BSP ve İP’Ie başlayan sol yelpazeden, merkez sağ ve merkez sol partilerden geçerek MHP’ye kadar uzayan çizgide tüm politik partilerini, örgütlerini, seçmenlerini, anayasasıyla, ordusuyla, hukuk sistemiyle, aydınlarıyla, hür basınıyla tüm kurumların karşısına almayı göze alıyor. Tüm bu demokratik kurumlara ve halkın dörtte üçüne rağmen -diyelim ki seçimden birinci parti çıkarsa- RP kalkıp Türkiye’yi bir İslam Cumhuriyeti’ne çevirecekmiş. (Çünkü, söylediklerinin başka bir anlamı yok.) İnsan ibretle bu küstah cümlelere bakıp “Allah akıl fikir versin” ve “Allah sizi korusun” diyor. Siz kim, yirmi politik partiyi, yirmi televizyon kanalını kapatmak ve anayasanın değişmesi mümkün olmayan, değişmesi teklif bile edilemeyecek olan maddelerini değiştirmek kim?
RP, fütursuzca sarf ettiği bu cümlelerle ya ilahi bir komedi oynuyor ya da ateşe dokunmak üzere olan bir çocuk rolünde. Türkiye’deki demokratik ortamın hoşgörülü tavırlarından cesaret bulan bazı kendini bilmezler, sanki bu tavırlarıyla rejimi, hukuku, Cumhuriyeti, Atatürk ilkelerini, demokrasinin ve devletin tüm kurumlarını hiçe sayabileceklerini ilan ediyorlar.
Onlara yalnız şunu hatırlatmak lazım: Kendi kendinize olmayacak dualara âmin demeyin. Bu ülke, Atatürk’ün gençliğe hitabesini ruhunda yaşayan milyonlarla dolu. Sağı da, solu da, liberali de, sosyalisti de gerektiği zaman aralarındaki büyük tartışmaları köşeye kaldırıp, her duvarı yıkıp, üzerlerine çökertilmek istenen bu kara perdeye en sert yanıtı verirler. Bu ülkede, özgürlük ve barış içinde beraber yaşamaya mecburuz. Kim ki, kendi çıkarları uğruna bu dengeleri bozmaya, ülkeyi kargaşaya sürüklemeye kalkar en sert tepkiyi alır, bunu denediğine, deneyeceğine pişman olur. Bu ülke, yeteri derecede cefa çekti, yeteri derecede kriz yaşadı. Hiç kimsenin vatandaşın geleceğiyle, insanlık onuruyla, özgürlükleriyle oynama hakkı yok. (…)
…
KARANLIĞIN EŞİĞİNDE
Aydınlık, 24 Şubat 1996
Bu satırları kaleme aldığımızda ANAP, DYP, RP orta oyununun ne sonuçlara varacağı henüz belli değildi. Herhâlde çocukken çok severek oynadığımız “ortada sıçan" oyunu, parlamento “büyüklerimiz” tarafından rağbet görmeye devam ediyor. Ortada dönen komedinin bir başka versiyonu da, “evcilik oyunu”... Durmadan birbirlerini ziyarete gidip, bayramlaşıp dönüyorlar sanki.
Bitmez tükenmez turlar, pazarlıklar, tehditler, şantajlar... Kim bu ritme dayanabilir? Televizyon muhabirlerinin ve kameramanların başı döndü, aklı karıştı. Ama, maşallah, bizim parlamenterler ordusu dimdik ayakta! Üstelik her birinin demeçlerini dinleseniz, kendinizi Malazgirt Meydan Muharebesi’nde zannedebilirsiniz. (…)
Türkiye bu acıklı durumlara nasıl düştü? Sol, nasıl kendini bu kadar sömürünün yaşandığı bir ortamda alternatif olmaktan çıkardı? Birbirini yiyip bitirmeyi nasıl oldu da tercih etti? Türkiye’de sosyalistlerin hatırı sayılır bir bölümü, çeşitli entelektüel tuzaklara, tarih yorum hatalarına düşüp, Kemalizm’i ve Mustafa Kemal’i diktatör ilan ederek, Türkiye’de solcu düşüncenin gelişmesini önleyen ilk çatlağa imza koymuş oldular. Mustafa Kemal’in büyük devrimi, “hilafet topraklarında” yaşama geçmeden hangi kitapları okuyup, hangi sol düşünceyi, hangi ideolojiyi, hangi demokratik ortamda geliştirebileceklerdi? Bu tarihsel yanlış yorumlar, devrimci işçi harekelerinin önemli bir bölümünü Türkiye’nin ana atardamarı olan Kemalizm’den kopardı. Böylece Türkiye'de, Kemalist devlet ve sol düşünce arasında yapay uçurumlar oluşturuldu. Atatürk’ün 1923’te kurduğu devlet yapısının, ilerici bir devrimci sosyal devlet geleneğinden geldiği unutturuldu. Devlet yapısı, adım adım düşünsel olarak, “milliyetçi muhafazakâr” adı altında kılıf arayan gerici güçlere teslim edildi.
Merkez sağ ise, Türkiye’de hiçbir zaman ne demokrasiyi ne de laikliği içine sindirdi. DP döneminden bugüne kadar gelen süreçte, 1960 sonrası çeşitli sağ liderler büyük birer demokrasi havarisi kesildilerse de hiçbir zaman Kemalizm’in ana kazanımı olan laik, hukuk devleti yapısının önemini kavrayamadılar. Hangi İslam ülkesinde ödünsüz laiklik olmadan demokrasi olabilmiş ki? Önce RP’yi önemsemeyen, "Merak etmeyin, bir şey olmaz, Türk insanı sağduyuludur!” diyen, sonra RP’ye benzeme yarışı veren ANAP ve DYP, 1991-1995 arası parlamentoda da tüm önemli konularda RP ile “kutsal ittifak"a giderek, adım adım sinsice gelişen laiklik karşıtı tüm sabotajların altına imza attılar.
Mesut Yılmaz bugün yarın RP ile bir anlaşma sağlarsa, bu üç başlı canavarın bir başı yok olacaktır. Yılmaz’ın bu ortaklık kararı, ANAP’ı tamamen Türk siyaset hayatından silecektir. ANAP’a oy vermiş, para düşkünü, sözde liberal kesimler bunu kendi yaşam tarzlarına ve ilkelerine bir ihanet olarak görecekler ve Yılmaz’ı tasfiye edeceklerdir. Mesut Yılmaz bunu tüm ikazlara rağmen göremeyecek kadar kişiselleşmiş bir inadın içindedir. Çiller’in ise ne iktidar hırsı Yılmaz’ın altındadır ne de günahları… Kendi iktidarı, her köşe başında bir İmam-Hatip Lisesi açmaya devam ederek RP’ye militan yetiştiren zihniyetin ta kendisidir. Kendi emekleriyle ürettiği tablodan bu kadar şikâyet eden bir ressam, daha yeryüzüne gelmemiştir.
Bugüne kadar Atatürkçü olduğunu söyleyip, merkez sağa oy verme çelişkisini sürdürmüş olan halk kesimleri, bu son komedilerin ardından suçlarının farkına varıp, daha önce oy verdikleri partilere bir daha kesinlikle oy vermeme kararı alabilirlerse, bu ülke için kalıcı bir kazanç olur.
ANAP-RP koalisyonu, Türkiye için yıllarca tamir edilemeyecek zararlar bırakır. Disiplinli ve örgütlü yapısıyla bir birimi ele geçirmede büyük performansa sahip olan RP'liler, ele geçirdikleri bakanlıklar ve ellerindeki büyükşehir belediyeleri arasında büyük paslaşmalar yapıp kadrolaşmaya gidecekler, kendi kesimlerini mali olarak güçlendirmeye devam edecekler. Ayrıca, ekonomi ne kadar kötü giderse gitsin. “Biz bu sefer Adil Düzen'i uygulayamadık, bir dahaki sefere yalnız bizi seçin, sizi o zaman kurtarırız” deyip, iktidardayken bile muhalefetteymiş kadar dar gelirlinin kötü yaşam şartlarını kendi lehlerine çevirecekler. Demokratikleşme ve saygın hukuk devleti imajı adım adım bataklığa gömülecek. O nedenle. “RP iktidara gelsin de burnu sürtülsün” demek hiç de gerçekçi değil. (…)
Tarihî kara günler yaşıyoruz. Bu kafayla giderlerse, o güzel özdeyişi, “En kara günler, henüz daha yaşamadıklarımız” olarak değiştirmek zorunda kalacağız. İşte o anda bile dayanışmayı, güç birliğini, mücadele gücünü daha da büyük bir kararlılıkla sürdürmeye mecburuz.
…
CUMHURİYET AĞIR TEHDİT ALTINDA
Aydınlık, 9 Şubat 1997
Tarihî bir dönemin içinden geçerken insanların çoğu, kendilerini hâlâ gündelik hay-huya kaptırarak ne derece önemli ve kritik günler yaşadıklarını fark edemezler. Çünkü, her gün geçmiş bir diğerine halkayla bağlıdır ve karanlık tünel alıştıra alıştıra gelmiştir.
Türkiye bugün 1935-1939 arası, Almanya’da Naziliğin iktidara yükselip, insanlığı uluslararası felâkete taşıdığı dönemin bir benzerini yaşıyor. Durum, 1957-1960 arası Demokrat Parti’nin totaliter özlemli, anti-demokratik tavırlarını kat kat aştı.
Yıllardır ikaz ettiğimiz, söylediğimiz her şey aynen gerçekleşiyor. Onun için, herkesin artık başını iki elinin arasına alıp düşünmesi gerek. “Nereye gidiyoruz? Ben bunu durdurmak için ne yapabilirim?”
Bugün, bir partinin yıllardır hazırladığı kokuşmuş tezgâh, milim milim devreye sokulmuştur. Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni ve onun tam demokratik, çok partili bir hukuk devleti olmaya çalışan yapısını yerle bir etmek isteyen düşman komşu bir ülke ve bu parti arasında tam bir iş birliği, tam bir danışıklı dövüş vardır.
İran’ın rezil Şah yönetimini alaşağı edip, ondan çok daha korkunç Mollalar yönetimine geçişinden beri, özelikle Türkiye’ye yönelik bir “devrim ihracı” çabasında olduğunu biliyoruz. İran, herhâlde kendisinin şeriatçı rejimini, Orta Doğu’nun zaten din baskısı altında yaşayan diğer zavallı ülkelerine dayatacak değil. Onlar şimdiden “fetih” cephesinin içinde kalıyor. İran’ın gözünde ana düşman, kendi halkına “kötü” örnek olabilecek, çoğunluğu Müslüman ama demokrat ve özgür Türkiye!
İran ve RP arasından su sızmıyor. Aynı ortak hedeflere kilitlenmiş durumlar. Atatürk Cumhuriyeti’ni yıkmak, Türkiye’de geliştirmeye çalıştığımız demokrasiyi toptan yok etmek, Mollaların egemenliğini ve “Allah” zırhına sokulmaya çalışılmış emperyalist, diktacı emellerini kimsenin sorgulayamadığı bir baskı, terör ve cinayet rejimi kurmak.
İrfan Çağrıcı (Usta gazeteci Çetin Emeç’in katillerinden), kendisinin İran’ın Kum kentinde eğitildiğini, İran'dan para, silah ve eğitim aldığını açıkladı. Çağrıcı’nın Emeç ve Dursun cinayetlerine ışık tutan bu açıklamalarından yıllar önce, zaten basının birinci sayfalarında İran’ın Kum kentinde eğitim alan ve yakalanan başka teröristler hakkında haberler de çıkmıştı.
Refahyol hükümeti bir yandan İran’la kan-kardeş ilişkilerini vıcık vıcık geliştirirken, öte yandan da İran’a “Yahu, böyle iddialar var, ne dersiniz?” diye sordu. Onlar da “Estağfurullah, aşk olsun, bizim ne alâkamız var böyle işlerle, hepsi yalan!” dediler. Refahyol da bize döndü, dedi ki; “Gördünüz mü, haksız çıktınız. Hepsi yalanmış!” Şimdi kim kiminle daha ne kadar absürt-tiyatro oynayacak, kim kiminle daha uzun süre böyle alay edecek? (…)
Yani, uzun lafın kısası; ülkemizi yıkmaya yeminli, bizi bir ümmet topluluğuna dönüştürmeye kararlı zibidiler önünde Türkiye, hazırola geçmiş, 32 dişiyle sırıtarak “Yıkıma nereden başlayacaksan başla, boynumuz kıldan ince” der gibi Atatürk’ün kemiklerini daha ne kadar sızlatacak?
Ve Refah hükümeti her geçen gün laik “devlet”in içine, kilit noktalara kendi şeriatçı görüşlerini benimseyen valileri, emniyet görevlilerini, belediye başkanlarını, müsteşarları, bürokratları yerleştiriyor.
Solun tek yumruk olarak, bu tarihî felâkete dur demesini sağlayacak olan dayanışmayı ise bir vatan haini durduruyor. Kim olduğunu Türk halkı bir anlayabilse, sorun zaten demokrasi içinde çözülecek. (…)
Sincan olayı ne ilktir ne sondur. Cumhuriyetimiz, Atatürk’ün mirası ve ulusal güvenliğimiz İran güdümlü yobazların ağır tehditti altında.
…
DYP, ANAP, DSP: PARLAMENTONUN “UCUBE YARATIKLARI”
Aydınlık, 6 Nisan 1997
Parlamentoda grubu olan partilere ve son olaylar konusundaki tavırlarına bakıyoruz... Başlıkta okuduğunuz “ucube yaratıklar” arasına RP’yi katmıyorum çünkü onlar kafadan direkt olarak “canavar” statüsüne hak kazanmışlar. Zaten aksini iddia ettikleri de yok. Artık “takiyelerinin” bile saat kaçta, kim tarafından devreye sokulacağı ezberlendi. Provokasyonları ise sürekli olarak belirli aralıklarla “orta-kademe" tarafından gündeme bilinçli ve sistemli olarak sokuşturuluyor. Refah “ne idüğü belirsiz’’ bir yaratık değil. Deli Mehmet’lerin iddia ettiği gibi merkeze kayan sağda hiç değil. Refah dişlerini gıcırdatarak bizimle aynı masada yiyen, başına kukuleta geçirilmiş, makyajı akan, sahte bebek elbisesi patlamış bir canavar. Sizi ham yapmak için tosun tosun büyümeyi bekliyor... Bunu da herkes biliyor.
Peki ya ANAP, DYP, DSP onlara ne demeli? Bu yaratıklardan her gün yeni bir kol, yeni bir bacak, yeni bir deha, yeni bir dışkı, yeni bir diş, yeni bir fikir, yeni bir sentez, yeni bir burun akıntısı fışkırıyor. Bunları hâlâ anlamaya, takip etmeye, dinlemeye kalkan beyni yorgun, düşünce sistemi malum medyatik köreltmelerle kilitlenmiş halkımızın %56'sı ise her gün bu “parti”lerin bir önceki günü tekzip eden yayını ile karşılaşıyor. Bu bitmez tükenmez kavram kargaşası akıntıları ile yüzleşen “halkımız”dan yüzde kaçının şok bir tedavi görüp o anda beyinciğinin suyunun yerine geri geldiğini bilemiyoruz. Bunu bir dahaki seçimler (maşallah, tez olur inşallah) gösterecek, biz de birer antropolog gibi bu kesim homo sapiens’lerdeki ilerlemeleri kaydedeceğiz.
DYP, RP’yi ve Erbakan’ı “Apo'dan daha tehlikeli” ilan ederek ve hanfendinin (Genel Başkan Çiller’in) yarı-Kemalize fotosunu basına yayarak oylarını aldı. Sonra Mesut Bey o pazarlığı Refah'la yapınca, hanfendi koşa koşa oylarını RP sepetine atıp, ondan önce imzayı çakıverdi! Tabii o anda bu turnike karşısında Mesut Yılmaz, mort ve de hırsından mor. Hanfendi “Katiyetle RP ile koalisyon yapmeycem” demişti ama Allah için Mesut Bey "RP bugünkü anlayışını değiştirmezse onunla koalisyon yapmam” diye kapı aralamıştı. Aralanan kapıdan Madam içeri sızıverdi. Sonra tüm itirazları ve “Atatürkçü muhalefetine karşın(!)” Mesut Bey Susurluk krizinin ortasında tez elden Hacı'ya haber uçurup “Sen onu bırak, beni al, yuva kuralım, birlik olalım” buyuruverdi. Cevap, “Nyet Elhamdülillah” olunca bu girişim örtbas edildi.
Çiller “siyaseti dinin emrine sokan” laiklik anlayışı ile antropoloji tarihimize geçip hem yobazları, hem de eli viskili muhafazakâr işadamlarını kontrolde tutarken, Mesut Bey tarikatçılık, dincilik, Atatürkçülük, gönülsüz Refah muhalefeti, çağdaşlık, imamlık, hatiplik, demokratlık, dindarlık arasında gidip gelip “Şeriat İslamdır” tanımlamasıyla bir “alaÖzal” uzlaşma kapısı açarak Rize fıkralarını zenginleştirdi. Bu sırada yıllardır ihbar etmekten dilimizde tüy kalmayan pompalı tüfek terörünü ancak Mesut Bey dillendirince konu manşet oldu. Kıskanmadık, haydi hayırlısı dedik. Ama, pompalıların yasaklanıp toplatılması işini de yine parlamentomuzda ANAP’lı vekiller engelleyiverdi! Bu bahtsız olaydan sonra Mesut Bey’in verdiği yeni demeci bu makale yayına girerken hâlâ Rus ve Finlandiyalı dil bilimciler çözmeye çalışıyorlar. Pakistan ve Kuala Lumpur’dan da yardım talep etmişler. Televizyonda ANAP’ın eski Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol’a acıdım, gözlerim yaşardı. Bir yandan yanındaki Altan Öymen gibi kesintisiz 8 yıllık temel eğitim ve seçmeli ders aldatmacasına karşı tavır almak istiyor, bir yandan da tarikatlar elini kolunu bağlamış, kem küm ediyor. Sonunda Arapça ve Kuran’ın müfredata seçmeli ders olarak eklenme yutturmacasına tav olduklarını itiraf ediverdi. Atatürk ve Hasan Ali Yücel ne övünürdü sizlerle be! (…)
Ama ne de olsa Mesut Bey, Bülent Bey’in “kendinden aşağı kalan” tek noktasını vurgulayabilir: Egocevitlerin partileri yok! Bunu bilmeyen Cumhuriyet muhabiri Miyase İlknur kalkmış saf saf DSP milletvekili Bülent Tanla’ya “DSP Genel Sekreteri kim?” diyor. Yanıt: “Bilmeyrum”. Sonra “DSP * İstanbul İl Başkanı kim?” diyor. Yanıt: “Tanımeyrum.” Ben de röportajcının bu kadar zor sorularla bir milletvekilimize böyle ağır işkence yapmasını(!) şiddette “kınayrum”. (…)
İşte böyle değerli Çözümleme okurları, 1990’ların göbeğinden taşan tartışmaların önemli bir kısmı böyle… Merkez sağın Türkiye’de Demokrat Parti ile %50 civarında seyreden kocamaaaaan pasta payı, 2000’ler ve 2010’larda bu mürteci ve bağnaz güruha yaranma hastalığı yüzünden, yok oldu, sıfırlandı gitti. Türk siyasi hayatının genel aksı, sağda ve solda yaşanan bölünmeler nedeniyle, %35 oranında aşırı sağa doğru kaymış oldu. Şimdilerde Meral Akşener’in nefes verip canlandırmaya çalıştığı ve MHP kökenli olmasına rağmen talip olduğu, yok olup giden pasta payı, işte o dönemin arta kalanı…
Önümüzdeki sayıda 90’larda yaşanan korkunç ihanetlerin en büyük sorumluluğunu üstlenen meşhur İkinci Cumhuriyetçi sefil medyanın nasıl bu toprak kaymalarını bilinçli olarak tetiklediğini, yine bizzat içinden örneklerle öğreneceksiniz…