Bir ressam olarak konuşuyorum, güzel bir manzara resmi, yavaş yavaş eklenen küçük fırça darbeleriyle, siz fark etmeden nasıl bir meydan muharebesine çevrilebilir, çok iyi bilirim. Bir orman, ‘imarı çıktı’ kılıflarıyla nasıl parsel parsel talan edilir, bir sahil nasıl işgale uğrarsa, aynen öyle…
Birileri bizi enayi yerine koyuyor, hem de hiçbir rahatsızlık hissetmeden. Bizler de çeşitli konulara tepkilerle bir nevi deşarj olup hızla değiştirilen esas tablo hedefini gözden kaçırıyoruz.
İKTİDAR 7.VİTESTE ATATÜRK’Ü SİLMEKLE MEŞGULKEN...
İktidar, Atatürk Türkiyesi’nden uzaklaşma hızında altıncı vitesten yedinci vitese geçti. Her yerde, her noktada yapılan ağır müdahalelerin bazıları çaktırmadan bazıları ise abartılı şekilde, filin zücaciyeci dükkanına girmesi mantığıyla yapılıyor. Ulu Önder ve Cumhuriyetimize karşı yapılan bütün bu akıl almaz silme operasyonu sürerken de arada “Gazi Mustafa Kemal”, “değerli Atatürk”, “Cumhuriyeti kuran gazi ve şehitlerimizin büyük özverileri unutulmayacak” şeklinde, acının farkına varmamamız için damardan belirli dozlarda uyuşturucular veriliyor. Suda haşlanırken, ölüm seviyesine geçecek kurbanın son tepkilerini etkisiz hale getirmek için zerk edilmiş dozlar bunlar. “Merak etmeyin bir şey yok; Cumhuriyet, Atatürk ve bildiğiniz Türkiye yola aynen devam ediyor”. Zaten halkın beyninin yarısı Covid’den nasıl korunacağı ile diğer yarısı da ay sonunu getirme dertleri ile mücadelede; geri kalan küçük bölümü de futbol kavgaları, sosyal medya oyalanmaları, aile içi sevinçler/ölümler ile kaplanmışken, TSK’ya veya askeri okullara girişte hangi kelimeler silinmiş yerine hangi cümleler konmuş, 85 yıllık Montreux Anlaşması gibi konuların ölümcül önemleri fark edilemiyor. İktidarın verdiği ara uyuşturucu dozlarının doğal tamamlayıcısı da tabii ki günlük diğer gündemler…
Bakın, sizleri iki dakikalığına 1988-1990 arasındaki yıllara götüreceğim. Bugün bize dayatılan, zoraki kabuk değiştirmelerle ortalığı kan revan içinde bırakan Atatürk ve cumhuriyetten uzaklaşma sürecinin akıl almaz ilk adımı neydi? 141 ve 142. maddeler ile beraber, şeriat propagandasını yasaklayan 163. maddenin de Türk Ceza Kanunu’ndan çıkarılıp atılması! “Demokratikleşiyoruz” makyajı altında yapılan bu değişikliğin yaşanmaması için rahmetli Muammer Aksoy, Türkan Saylan, Aysel Ekşi ve mücadeleye hala devam eden Oktay Ekşi, Yekta Güngör Özden ile sayısız hukukçu ve kitle örgütü önderi ile beraber büyük bir mücadele verdik. Maalesef, biraz da içten hançerlenerek, bu savaşı kaybettik. Özalizmin göbeğinde, herkesin bozuk düzenden nasibini almakla meşgul olduğu bir süreçte, bir kısım demokrat insan da saf bir şekilde bunun eski kalıplardan kurtulmak için atılmış bir demokrasi adımı olduğuna kendilerini inandırmışlardı.
BUGÜN YAPILMAYA ÇALIŞILAN ORDU DÖNÜŞÜM FELAKETİ
Bugün, 163. maddenin yok edilişinin 31. yılında, “irtica tanımı muğlak” bahanesiyle, Harp Okulları ve Astsubay Yüksekokulları’na giriş şartları arasında bulunan “irticai ve bölücü görüşleri benimsememiş veya bu faaliyetlere karışmamış olmak” hükmünün kaldırılması ve bunun yerine “terör örgütlerine veya milli güvenliğe karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen gruplara üyelik, iltisak ya da irtibatı bulunmamak” şartı getirilmesi artık bu ilk korkunç adımı tamamlayan son ölümcül fiyonk niteliğinde.
Bahçeli’nin, "Madem irticai faaliyetlere karşı bu kadar hassastınız, o zaman FETÖ'nün 1980'li yılların başından itibaren askeri okullara nasıl sızdığını, örgüt üyelerinin nasıl kamufle olduklarını, ne çabuk hafıza kayıtlarınızdan çıkardınız?" şeklindeki 15 Temmuz’a gönderme yapan bilgi ve mantıktan uzak yorumu da “gerekçe-sonuç” bahaneleriyle bu korkunç operasyonu küçümsemeye ve aradan geçirmeye yönelik bir çabadan başka bir şey değil. İrtica ile beyni yıkanmış veya bu kökenden gelen bir aile yapısına sahip birinin TSK’ya sokulması, “laiklik kaldırılsın, faiz yok edilsin, İstanbul Sözleşmesi feshedilsin” diyen imamlardan çok daha farklı bir çöküş yaratır. Bu değişikliği savunanlar, devletin ağır silahlarını irticanın eline veriyor. İleride bu güce erişen laiklik, çağdaşlık ve demokrasi düşmanı insanlar bu silahları kendi halkına karşı yönelttiği veya tehdit unsuru olarak ortaya koyduğu zaman, kim kafasını nereye vuracak? Yeniden bir “kandırılma sorunsalı” mı dinleyeceğiz? Engin Altay ve Özgür Özel bu olayın vahametini ortaya koymak için gecesini gündüzüne katıp duyarlılık oluşturmaya çalışıyor, ben ise aklı başında her siyasiden bu ivedi ve cesur tepkileri vermelerini, masaya yumruklarını vurmalarını bekliyorum. Özellikle, sağ kökenden gelip ana muhalefet partisine girmiş insanlardan da bu ağır konuda çok daha net ifadeler görmek istiyorum. Bu konu, yoğun bakımdaki bir hastanın oksijen maskesini çıkararak onu ölüme taşımaktan farksız bir hamle! Abarttığımı mı zannediyorsunuz? Üzülerek hatırlatayım ki, 40 yıldır “paranoya” diye eleştirilen her görüşüm haklı çıktı. Hem de haksız çıkabilmek için bu uğurda ömrümüzü ters dalgaları durdurmaya adamışken… Fark şu, Silahlı Kuvvetlerimizi adeta yok etmek isteyen bu hamle gerçekleşirse, 5-10 yıl sonra yine bu doğruları haykıran bizler haklı çıktığımız zaman, size seslenebileceğimiz mecralar da olamayacak! Bizi dibine atmak istedikleri çukurun derinliğini ve geri dönülmezliğini daha nasıl anlatabilirim?
SON DAKİKA: DEVLETİN AYM’SİNİ DE KAPATABİLEN BAHÇELİ!
Son dakika gündemi: AYM’nin HDP dava dosyasını Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na iade edip yeniden düzenlenmesini talep etmesinin ardından, Bahçeli’nin “HDP’nin kapatılması kadar Anayasa Mahkemesi’nin de kapanması artık ertelenemez bir hedef olmalıdır” sözleri, artık gözlerin nasıl köreldiğini bize mükemmel şekilde göstermektedir. Bu yaşanan, “folie des grandeurs” tutkusuna girenlerin, nasıl kendilerini devletten üstün görebildiğinin kanıtıdır.
Yapmaya çalıştığım, konunun günlük siyasi bir olay olmadığını anlatmak ve bu büyük operasyonun hangi yöntemlerle yaşama geçirileceğinin kodlarını deşifre etmek.
Siyasette, insan ilişkilerinde, sanatta, toplumsal olaylarda, durumlar ve değişimler vardır. 1981’de yaptığım “Durum ve Değişim” serisinin ana konusu budur. Durumlar, bazen direkt fark edilir bazense yavaş yavaş gelişir; çok önemli görünmeden, arada en fazla homurdanmalara neden olacak şekilde dev bir tsunaminin hazırlık safhası olurlar. Değişimlerde ise, deprem olmuş gibi, ülkeler, rejimler, hayatlar, toprak her şey altüst olabilir, göçük altında kalınabilir ve hiçbir şey anlayamamış insanlar “Bunlar da nereden çıktı, alt tarafı şurada ‘dolar çıktı dolar indi’ diye oyalıyorduk” diye baka kalırlar, bilmem anlatabildim mi?