Geçen haftayı Bosna Hersek’te geçirdim. Saraybosna Kış Festivali çerçevesinde, aralarında bulunduğum “9 Dragon Heads” uluslararası sanatçı grubuyla beraber Türk Kültür Merkezi’nde bir sergi açtık.
Bosna Hersek yaşadığı korkunç insanlık dramının ardından yaralarını sararak karanlığı kararlı bir şekilde arkasında bırakmış. Savaş esnasında bile sanatla ilişkisini aksatmayan bu halk, iki ay süren festival boyunca sergilere, sinemaya, konserlere, uluslararası ciddi bir katılımla doyuyor. Cumhurbaşkanı sanatçıları makamına davet edip en büyük dostluğu gösteriyor. Organizatör, devlet ve sanat adamı İbrahim Spahic her zamanki beyefendiliği ile her bir etkinliğin üstüne titiriyor. Mali imkanların yokluğuna rağmen bu halk, tüm sıcaklığıyla dünya ile buluşuyor.
Sergiye katıldığım işler, geçen yıl Kore’de, ıssız bir gölün yanında yaptığım performanstan çekilen resimler. “Sonsuz Evrim” isimli bir işte, su, kara, hava üçgeni arasında, tuz, yumurta, balık ve kemikler eşliğinde “Evrim” geçişini sembolize ederek çıplak olarak yerde sürünüyorum. Sergi de bu “artistliğimin” fotoğraflarından oluşuyor: “Evrim, Artık Sıcak Politika” başlığıyla.
Acaba bu sanatın da “içine” tükürürler mi bilemem, çünkü o bile özel bir ilgi ister! Ama şu anda zaten yetkililer en ciddi işlerle muhatap, bunlara sıra gelmez. Hükümetimizin “Milli Eğitim Bakanlığı”, Evrim teorisinden söz eden öğretmenleri cezalandırmakla meşgul. Onu yapmadıklarında da, “anasını satayım”, “artistiklik yapanları”, korumaların koruması altında, “lan ananı al git şuradan” diyerek korkutmakla meşguller! Aydın-siyasi tepkilerini hiçe saydıklarını biliyoruz. Şimdi de lafını esirgemeyen vatandaşların tepkileriyle uğraşacaklar. Çaresizlik içindeler. “Kendime sabık Başbakan dedirtmem” diyen birinin inadını hatırlıyorum da…
Tabii hükümet, herkesin, çizdikleri ortaçağ tablosuna, kendilerini kutsayan tarikatlar kadar yakın olmalarını bekliyor. Kolay değil! Ülkeyi kuşatmalarına rağmen henüz “Barış Köprüleri”(!) adı altında lanse edilen Fethullah Gülen okullarının dallanıp budaklanıp bürokrasinin, polisin, içişlerinin, milli eğitimin, dışişlerinin tamamını dolduran o “inançlı ve sadık”,(!) hedefe kilitli kadroları oluşturmaları daha biraz zaman alacak. Tabii yol kazaları da oluyor. Özbekistan’dan sonra Rusya ve Bulgaristan da bu okullar hakkında ciddi tepki göstermeye başladı. Herkesin onlara Özal ve Erdoğan kadar şirin gözlerle bakmayacağı ortada.
“Barış Köprüleri” kitabı birkaç ay önce, büyük reklam tantanası eşliğinde piyasaya sunuldu. Kitabın editörlerinden biri Atatürkçü(!) bir Prof. köşe yazarı. Geçen hafta sonu İlhan Selçuk ve Mustafa Balbay her yerde konuşma yaparken bize sorulan soruları tekrar gündeme taşıdılar. Ecevit gibi, Atatürk’ün koltuğunda oturmuş bir insan, nasıl o “Gülen kasetlerini” ve içerdikleri inanılmaz komployu görmezden gelip bu operasyonu onaylayan bir tavra girer? Profesör-yazar arkadaşımız, hadi diyelim ki 15 yıl önce bu konuları bilemediği için hatalı bir “el tutuşu” yapmıştı… Hala büyük kuşatmayı çözemediği için mi bu tarikata o kadar yakın durmayı seçti? Ya da başka bir Darwinism düşmanı tarikatı aklamak için adını sanını kullandı? Bir Atatürkçü aynı anda tarikatçı olabilir mi? Bu tavrı, bir demokratik hoşgörüyle geçiştirmek ne kadar gerçekçi? Gülen kasetlerinin bu toplumda yarattığı infiali, o okullardan kaçan gençlerin medyaya yaptıkları açıklamaları ne çabuk unuttular? O kitapta başka imzalar var, Kılıçbay, Mehmet Altan, Gülay Göktürk, Ali Bulaç gibi… Onlar zaten işin rengini ortaya koyuyor. Peki ya siz?
“O kafa” elinden gelen her yöntemle, şaibeli parasal gücüyle yayıldıkça yayılıyor. Sınırları zorlayarak, içimize sızarak. Bizler ise, savunmadayken bile edebimizle durmak istediğimizden çoğu şeyi içimize atıyoruz. Dayatılan “imaj tezgahı”nı bu kadarcık açığa çıkarırken de acaba yine “artistlik mi yapıyorum?”
Ya da bu işler “normal” de, ben mi anormalim? Çözemiyorum, yardımınıza ihtiyacım var…