DEMOKRASİ KORUMASI ALTINDA BOMBALAR YARIŞI
Yazılı basının artık televizyon ve sosyal medya ile baş etmesi, günümüz ortamında gittikçe imkansızlaşıyor. Ankara veya İstanbul bombalarının yorumlarını bitiremeden karşımıza Brüksel çıkıyor. Ölü rakamı ben bu satırları yazarken artmaya devam ediyor; 23-30-35... Bu sefer ikiz değil, üçüz bombalar söz konusu. Dünya, demokrasi koruması altında olan terör odaklarının önüne geçecek formülleri bulamıyor. Aynen bizde Davutoğlu’nun “Elimizde canlı bombacıların listesi var ama eylem yapmadan onları tutuklayamayız” dediğigibi... Dünya, ırk kökenlerini ve dine kafayı takanları demokrasi koruması altına aldığı günden beri, belki de geleceğini kaybetti. Çünkü 21. yüzyıl imkanları ve yaşam tarzı, artık Ortaçağ acımasızlığı ve kan içiciliği ile iç içe geçmiş durumda... Çağımızın kapsamlı ve “insan hakları”na yaslanan hukuk anlayışı, terör örgütlerinin kalkanı haline gelmiş durumda her yerde:
“Demokrasi var efendim! Bırakın türban-peçe taksınlar, bırakın çocuklar 5 yaşında kuran kursuna gitsinler”
El-Kaideyi beşikten itibaren büyüten ABD’den, Türkiye’de siyasal İslamı kanatları arasına alan Avrupa’ya kadar, her ülkenin payı var tabloda...
FENER-CİMBOM’U DA AVRUPA’YA ALACAKLARMIŞ (!)
Evet, bizler de Orta-Doğu ülkesi olduk. Hatta böyle devam edersek yakında onun bile 2. sınıfı olmayı becerebiliriz. Evet, artık Avrupa doğal olarak teröre karşı kendi çaresizliklerini yaşarken, bizden de doğal olarak vazgeçiyor. Arada “sizi vizesiz Avrupa’ya alacağız” gibi ağır makyajlı yalanlar da söylemeyi ihmal etmiyorlar... He ya, sizi Avrupa’ya alacaklar, hepiniz Champs Elysees’de büfe veya bakkal bile açacaksınız; atölye, fabrika kuracaksınız. Yeterince paranoyaları yok, sayenizde Suriye ile komşu gibi olmak için size kapı açacaklarmış! Hatta bu gidişle zaten Fenerbahçe ve Galatasaray da bu palavralarla beraber Avrupa’ya göç edecek ve orada Paris, Lyon ve Monaco takımlarına kök söktürecekler... Türkiye’de oynatılamıyorlar ya artık! Diyeceksiniz ki “Saçmalama, Avrupa’nın ne farkı kaldı ki”... Siz de haklısınız.
Pazar günü Türkiye acılarının ve korku ötesi paranoyalarının ortasında sokağa çıkmaya korkarken, eski bir sevgiliden medet umar gibi kendisini sarı-lacivert ve kırmızı renklerin sahada oluşturacağı o asırlık büyük senfoniye teslim etmeye hazırlanıyordu. Heyecan yavaş yavaş doruğa çıkıyordu, hem de Galatasaray'ın bir şampiyonluk ümidi olmamasına rağmen. Ama sonra o beklenti de iki hamlede bitiverdi. Bahçede yağmur altında sönen bir mum gibi. Önce seyircisiz maç haberi, hemen ardından da futbolun idamı gibi gelen o iptal kararı... O anda Türkiye’nin yaşadığı hayal kırıklığı eşiği kolay kolay unutulur cinsten değildi. Sözde birbirini bir kaşık suda boğmak isteyen o gözü dönmüş düşmanlıklarla kendi rekabetini kin seviyesine çekmeye çalışan milyonlarca taraftar bile, içlerinin derinliklerinde bir sızı daha hissettiler. Aslında bu dev takımların birbirini tamamlayan yaramaz kardeşler gibi olduğunu yüreklerinde tekrar anladılar.
AYNAYA BAKIP YÜZLEŞECEK GÜCÜ BULUN!
Hala aramızda olup o güzel günleri anlatan 50’lerden, 60’lardan, 70’lerden, 80’lerden insanlar, bugünkü genç kuşağa gerçek Türkiye’nin tadını hatırlatmaya çalışıyorlar... O abuk subuk uydurma demokrasi saptırma parodilerinin adım adım yok ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin, geleceğe umutla bakan kuşaklarının bu topraklara ait olmaktan duydukları büyük gururu o gençlerin anlaması çok zor. O günleri görmüş biri olarak özetleyeyim: anlatılamayacak kadar güzeldi o yılların aidiyet duygusu. Siyasette kavga gürültü vardı tabii. Ama her şey ortak zemin üzerinde gelişiyordu. Nifak tohumları henüz yeşerip ortalığı karartamamıştı.
“Bebek yüzlü katil, hakem Bebek Fenerbahçe’yi sahada katletmiş”. Bu artık ezberlediğiniz geçen haftaki haber. Masa Tenisi’nde ise, Avrupa Kıta elemeleri Türkiye’den alınmış. Federasyon yetkilileri çok şaşırmışlar! “Yazık, her hazırlığı yapmıştık” demişler...
Aynaya bakmıyoruz. Ülkenin kendisiyle yüzleşmeye cesareti yok. Neye benzediğimizi görebilen var mı aranızda? Orta-doğu ülkesi diyorduk ya... İşte de onun sıcak savaştan geçen kanlı-tozlu-kirli, bir de üstüne diktaya ve yolsuzluklara boyun eğmiş versiyonuyuz. Kimsenin şaşırmaya hakkı yok. Ne ektiysek onu biçiyoruz. Sakın zannetmeyin ki size yalnız AKP hükümetinden söz ediyorum. 80’lerin, 90’ların tüm politikacılarına soruyorum: Ne bekliyordunuz? Yobazlığa ve bölücülüğe demokrasi kavramının tüm iyi niyet dolu yeşil ışığını yakarken ne bekliyordunuz? Her rejimin kendini savunmaya mecbur olduğunu bilemeyecek kadar işin tarihsel perspektifinden ve hatta alfabesinden uzak bir rotada seyrederken, gerçekten kendi içinizden ürettiğiniz nihai terminatörünüz AKP’nin sizleri Avrupa’ya taşıdığını sanacak kadar saf mıydınız yoksa... aynen Avrupa’nın o yeşil milletvekilleri gibi! (Bakınız Cohn-Bendit). Onlar da ektiklerini biçiyorlar! Yıllarca traji-komik şekilde bu coğrafyada kendilerine “düşman” olarak (!) Atatürkçülüğü bellemiş ve iktidarının en başından beri AKP’ye yanaşmış bir Avrupa solu! Acı mı acı bir durum...
TERÖR’ÜN TOZ-KAN-BARUT KOKULARI ARASINDA SÜRECEK BU YAŞAM...
Eşim Sibel, Onat Kutlar’ı ve Yasemin Cebenoyan’ı öldüren bomba patlatıldığında, Onat’ın 1,5 metre yanındaydı. O olaydan 17 yıl sonra ben bıçaklandım. Beni bir hafta takip eden bir yobazın sipariş cinayet hediyesiydi. Piramid’in sanatçılarından arkadaşım Suat Akdemir, Cumartesi günü patlayan bombadan tam 40 saniye önce alçak katilin patladığı noktadan geçmiş. Yani ondan önce terk ettiği muhallebiciden hesap azcık geç gelse, maalesef patlamada o da gidecek. Ankara patlamasında ise, sevgili dayım Avukat Ahmet Yalçın’ın bürosunun tüm camları kırıldı, büro şoktan yerle bir oldu. Bütün bunlar sadece en yakın çevremin başına gelenler, tüm olayları üst üste koyduğumuzda ortaya çok net bir görüntü çıkıyor: Bizim ülkemizin artık en kötü günlerindeki Tel Aviv’den bir farkı kalmamış. Tesadüfen yaşıyoruz.
Maçları ve hayatı sonsuza dek erteleyemezsiniz. Açılışları, sergileri, davetleri ilelebet durduramazsınız. Terörün istediği zaten bu. Bir hamle yapıp hayatımızın bir ay mahvolduğunu görmek. Ben, korkudan eve kapanmak ve hayatı ertelemek yerine, tersine cesaretle olayın üstüne gitmekten yanayım. Korkusuzca ama elden geldiği kadar dikkatlice yaşayarak. Bugün saklanarak, düğün ve gala erteleyerek ne kazanacaksınız? Yarın IŞİD ve PKK, “bu kadarı yeter artık, zehir ettik adamların hayatını, bir durulalım” mı diyecekler? Ne değişecek yarın? Bu canavarların yaşama bakış açısı mı değişecek? İnsanileşecek mi? Yoksa kepengi mi indirecekler?
Kendi ürettiğimiz canavarlarımızla yaşamayı öğrenmeye mecburuz. Ölüm korkusunu ben yıllar önce yendim. Size de tavsiye ederim. Mumcu’nun meşhur cümlesini hatırlatırım size: Korkaklar 1000 kere ölür, cesurlar bir kere. Durumunuz bu ve yarın değişeceği yok!
Yarın ve hatta sonraki gün hiç bir şey niye değişmeyecek biliyor musunuz? Çünkü zaten bu Hükümet, kendini ölüme şartlayarak büyümüş bebeklerin su yollarını kesmek değil, kolaylaştırmaya çalışıyor. Yani anaokulu seviyesinde çocukların yollandığı kuran kurslarının önünü kesmek isteyecek bir irade ortada yok ve olmayacak. Zaten onların o şekilde beyinleri yıkanarak 14-15 yaşında ölmeye hazır hale getirilmelerinin adı “demokrasi”... İşte “Yeni Türkiye”, zaten malum AKP mantığının, yeni IŞİDcıların önünü gelecek nesiller için açtığı Türkiye!
BİZİ DE DEMOKRASİ ÖLDÜRDÜ...
Bu ülkeyi bölmeye çalışanlar veya bomba ve kafa kesmelerle şeriatçılığa geçmeye çalışanların kaçar çocuk yaptığını biliyorsunuz. Adına “beyaz Türk” (!) denen Atatürkçülerin rakamı ise ortada ve bizim eski spor toto sonuçları gibi: 0,1,2. Demek ki eğer Cumhuriyeti’ne ve kurucusuna bağlı bir insansanız, ne yarın, ne 2 yıl sonrası, ne de 20 yıl sonrası size bir şey vaat edebilir! Hani bir de eskiden bekçiniz vardı ya? Haşaa! İşte o da öldü artık. Sakın kimse ondan da medet ummasın. Onu bile demokrasi öldürdü! Artık ortada siz ve kendi gücünüzden başka bir şey yok. Şayet adına “kader” deyip köşeye sinmeyecekseniz, mücadeleye sahada devam edeceğiz beraber.
Bizi de maalesef “demokrasi” öldürdü. Onun, kuralları olan bir oyun olduğunu unuttuk. Mesela ben “ödünsüz laiklik” kavramını öne attıkça, rahmetli Yavuz Gökmen’den Hadi Uluengin’e, Nazlı Ilıcak’tan Mehmet Altan’a kadar, herkesin tüyleri diken diken olur, ilk fırsatta bana karşı laf sokmaya çalışırlardı. Şimdilerde aynı şeyleri birbirlerine söyledikleri oluyor mu, çok merak ediyorum. Bırakın onları, kesinlikle tekrarlamaktan bıkmayacağım, umarım her ay tekrarlarım, kendi arkadaşlarımız, bizi temsil eden sözde kanaat önderlerimiz, bu demokrasi saptırmalarında rol alıp, hiçbir şekilde yobazlık ve bölücülüğe dur diyecek cesareti kendilerinde bulamadılar. Dünya da, Avrupa’da, ülkemiz de, medyamız da, siyasilerimiz de ektiklerini biçiyorlar... Her zerresiyle!