FETÖ örgütünün elebaşı olan FETO’nun ölümüyle ülkenin üzerinden bir yük eksildi. Bu adam, canım ülkeme 40 yıl kaybettirdi. En yakın Atatürkçü yazar arkadaşlarıma da bulaştı. Mustafa Balbay’a, Tuncay Özkan’a ve daha nicelerine… Ergün Poyraz’a, Doğu Perinçek’e, Hikmet Çiçek’e… Bana da bulaştı. O günlerde de telefonda konuşurken bunu bilerek o hukuksuz gizli dinleme çetesine az saydırmadım… HSYK Başmüfettişi, daha 15 Temmuz yaşanmadan önce beni Adalet Sarayı’na davet edip FETÖ’nün beni gizlice dinlediğini ve müşteki olmak isteyip istemediğimi sormuştu. “Tabii ki müştekiyim” dedim ve davaya müdahil oldum. Sayın Başmüfettiş, bana dönemin ünlü ve karanlık polis müdürünün hakkımda hazırlattığı fezlekeyi göstermişti. Balbay ve Özkan’ın fezlekesinin bir karbon kopyası gibiydi. Ömrümde adını duymadığım bir çete elebaşı ile silahlı örgüt kurup Türkiye Cumhuriyeti’ni çökertmek istiyormuşum… Gülerek “Bari adını ömrümde bir kere duyduğum bir mafya lideri olsaydı da hiç olmazsa sürrealist senaryoda kiminle eşleştirildiğimi gülerek izlerken aklıma bir tipoloji gelseydi” dedim! Sonuçta fezlekeyi yaşama geçiremeden kendileri içeri girmişlerdi ve sonra kanlı 15 Temmuz rezilliğini yaşadı ülkemiz… Boş yere dememiş Mustafa Kemal Atatürk, “Ey millet! İyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat uygarlık tarikatıdır.”

 

90’ların başında FETO, kendisini “Türkiye’nin Papası” gibi bir konuma pazarlamak için büyük bir halkla ilişkiler operasyonuna girişmişti. Televizyonlara çıkıp ağlayarak şovlar yapıyor, salya sümük saçarak Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı adında birçok toplantı düzenliyor, ünlü ve “bizden” isimleri özellikle davet ediyor, onlara yakın durup, ellerini tutup bir hoşgörü ve sözde barış sinyali veriyordu. O büyük buluşmalara gelmem için bana ne kadar baskı yaptılar anlatamam, telefonlar, ziyaretler, ricalar… Tabii ki yaş tahtaya basmadım. İçinde doğup büyüdüğüm, yoğun siyasetle yaşayan evde dine saygı vardı, ama sulandırılmış da olsa yobazlığa kanma yoktu. O güzel sözlere kanan dostlarıma kızmıyorum, hiç olmazsa hızla hatanın farkına vardılar.

Silivri Cezaevi’nde yatan arkadaşlarımın her birinin neredeyse bütün davalarına gittim; yalnız yazarların, gazetecilerin değil; askerlerin, generallerin… Atatürkçü kim varsa zaten hedeflerindeydi. FETÖ’nün en güçlü olduğu dönemde, yani iki haftada bir Atatürkçülerin sabahın yedisinde evlerinden baskınlarla toparlanıp götürüldüğü ve arşivlerine el konulduğu o utanılası korkunç günlerde, iki farklı lokasyonda “İçim Parçalanıyor” sergisini açtım. Tıpkı 12 Eylül’de Evren ve Özal iktidardayken, dönemin sansür, işkence ve ağır baskılarını Atatürk Kültür Merkezi’nde gündeme taşıdığım sergide olduğu gibi… Mühim olan, yaşanan bela sürerken yüksek sesle tepki vermek, o riskleri almaktır. Döneminde gençlik lideri ve sonra da muhalefet partisi milletvekili olarak Demokrat Parti faşizmi ile korakor mücadele eden rahmetli babamın sık sık tekrarladığı meşhur cümlesi “hayat hesaplı risktir” idi. O riskleri bizler almasaydık kim alacaktı, şimdi almasaydık ne zaman gündeme getirecektik bunları? Cumhurbaşkanı emriyle aradan 40 yıl geçtikten sonra 12 Eylül’e sövmek biraz oportünizmle karışık kolaycılık olmuyor muydu? 

Fethullah Gülen’in bu ülkenin her kademesine verdiği zarar saymakla bitmez. Eğitime, aydınlara, örnek insan Türkan Saylan’a, gencecik ve aydınlanma ışığı arayan beyinlere, futbol ortamına, Atatürkçülüğü daima bayrağı yapmış Fenerbahçe Spor Kulübü’ne, hukuka, bürokrasiye, emniyet güçlerine ve bu kurumların her birinin güvenilirliğine verdiği zarar, siyasi ortamımıza ve parlamentoya verdiği zarar, Atatürk devrimlerine, kadın erkek eşitliğine ve yurdumuzun kadınlarına verdiği zarar gerçekten saymakla bitmez.

Maalesef, neredeyse 20 yıl, belki de 25 yıl, medyamızın göbeğinde, sözde eski sosyalist yeni liberal, İkinci Cumhuriyetçi olarak tanımlanan bir grup peydahlandı. Diyelim ki, 1988-2013 arasında bu merkezi işgal ettiler. Özetle viski içiyorlardı, “çağdaş” bir yaşam sürüyorlardı ama yobazları ve tarikatları demokrasi adına koruyorlardı. Kadınlara yönelik baskılar veya türban dayatmaları onları rahatsız etmek şöyle dursun, en zekâ fışkırtan tezleri Atatürk devrimlerinin halka karşı yapılmış olduğu, kadınlara sorulmadan kendilerine özgürlük verildiği, zorla yerleştirilen yeni Türkçe dili yüzünden tarihimizden ve edebiyatınızdan koptuğumuzu karmakarışık mantık oyunlarıyla anlatmak üzerine kuruluydu. Atatürkçüleri düşman olarak görürlerdi ve onlarla alay etmeyi severlerdi; kontrol ettikleri tüm yayın organlarında Atatürkçülere ve fikirlerine sansür uygularlardı. FETO’nun davetiyle Abant’a gidip bu entel, “liberal”, yobaz fikirleri geliştirmek ve ortak söylemler üretmek için bir araya gelirlerdi. İşte FETO, onlar üzerinden bu halkın beyni etrafında bir kilit oluşturmaya çalıştı. Bizler ise çoğu zaman bu hain komploları deşifre edecek makale ve kitaplar kaleme aldık. En başından beri, hiçbir zaman onlara kanmadan tek gün kaybetmeden…

 

Kerli ferli koca gazeteciler de onun izinden gidip yeryüzü nimetlerinden faydalanmak için üç-beş kuruşa kalemlerini sattılar -en kibar şekliyle söylüyorum.

 

Yıllarca “Fethullah Gülen Hoca Efendimiz” nakaratlarıyla durmadan yerlere yatan, her fırsatta dualar eden güruhun siyasi kanadı yok sayıldı, parlamentoda onun sözcülüğünü ve açık propagandalarını yapanlar birden mucizevi bir şekilde yok oldular. Hatasını açıkça kabul edip solculardan, Atatürkçülerden net olarak özür dileyen tek kişi olmadı. 

 

Herhalde bu tavırlar nedeniyle AKP iktidarı da hiçbir ders almamış oldu; ne FETO gerçeğinden ne de 15 Temmuz Darbesi’nden... Şu anda herkesin bildiği gibi başta sağlık olmak üzere toplumumuzun birçok merkezi yine farklı bir tarikatçı gruba adeta devredildi. 

 

Bakalım FETO’nun artıklarını kimler toplamaya çalışacak? Yaşayarak göreceğiz!

Yazı Tarihi: 24.10.2024
Paylaş
Benzer Yazılar
Videolar
Alt
Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği Türkiye Komitesi Başkanı Bedri Baykam UNESCO-IAA/AIAP Dünya başkanı seçildi. 18.10.2015 - Pilsen/Çek Cumhuriyeti