Türkiye’nin önünde 17 gün sonra gerçekleşecek seçimler ve iki ay kadar da sonra sonuçlanacak olan Türkiye Süper Ligi var. Kimilerine göre seçimler tabii ki her şeyden daha önemli; başka vatandaşlara göre de kendi takımlarının Süper Lig’i kazanması “olmak ya da olmamak…” sorusunun yanıtı kadar hayati. Üzülenler, sevinenler, hayal kırıklıkları, heyecandan küçük dilini yutanlar, rengi solanlar, doğduğuna pişman olanlar, bayraklarla şehirde adeta fetih turu atanlar… Gerek siyaset, gerek futbol üzerinden bunları fazlasıyla göreceğiz! Yani sevinç gözyaşı dökenlerle hayal kırıklığından ağlayanlar birbirine karışacak.

Geçen hafta ArtAnkara Sanat Fuarı için Ankara’daydım. Gazetemizin değerli yazarları sevgili dostlarım Mustafa Balbay ve Işık Kansu, can dostum rahmetli Ahmet Taner Kışlalı’nın değerli eşi Nilüfer Kışlalı’nın yanı sıra sayısız Ankaralı akrabam ve arkadaşım ile karşılaştım, kucaklaştım.

Hayatımın ilk 11 senesi Ankara’da geçti. 1957-68 arasıydı... O dönemi, 27 Mayıs 1960 Devrimi, 1961 Anayasası, 1965 seçimleri, “Ortanın Solu” kavramının doğuşu, TİP’in muhalefette olduğu tartışmalarla dolu bir Parlamento ve Adalet Partisi’nin iktidarıyla geçen bir siyasi kronoloji üzerinden özetleyebilirim. Benim açımdan 1963’ten itibaren sürekli uluslararası sergiler açığım, evrensel sanatçı kimliğine daha o yıllardan geçiş yaptığım çok ilginç bir dönemdi. Zamanının politik olaylarını neredeyse tüm detaylarıyla hatırlıyorum, çünkü bu yılların siyasetine yön veren Türkiye’nin en merkezi hanelerinden birinde yaşıyordum. CHP’nin o dönem rotasını çizen 3-4 siyasetçiden birinin, Dr. Suphi Baykam’ın evinde. Ben henüz sekiz yaşındayken, bugün tanıdığınız Bedri Baykam’ın demokrasiye, insan haklarına, kadın-erkek eşitliğine, Atatürkçülük’e dair fikirleri çoktan oturmuştu yerine… Bu nedenle diyebilirim ki çok şanslı bir evde büyüdüm.

 

GEÇMİŞTE NELERE GÜVENİRDİK, NASIL YAŞARDIK!

Hadi gelin seçimden başlayalım: Arada vukuatlar çıkmasına rağmen seçimlere olan güven, çok yüksek bir dozdaydı. Seçimleri CHP de kazansa Adalet Partisi de kazansa, sonuçlara duyulan güven bugünün yüz misliydi. Yasalara ve Anayasa’ya duyulan güven, zirveye yakındı. Kimsenin aklına Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması veya onlara saygı duyulmaması gibi bir ihtimal gelmezdi, alınan kararlara üzülenler de dahil! Doğal olarak halk siyasi aktörlerin bazılarını sever diğer yarısını kendine yakın hissetmezdi. Ama hiçbir şey bugünkü nefret/yozlaşma/ağır kamplaşma boyutunda tehlikeli arz etmiyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyulan güven ve saygı bugünkü insanların algılayamayacağı düzeylerdeydi. Demokrasiye ve devletin kurumlarına duyulan güven, ihalelerin usulünce gerçekleşeceğine duyulan güven, sağlık sistemine duyulan güven, vatandaşlık haklarına ve sokağa duyulan güven şu noktadaydı: Evet her şey daha güzel olabilirdi ama 27 Mayıs’tan sonra çok yol kat etmiştik, yavaş yavaş “muassır medeniyetler” seviyesini yakalayacaktık ve bu hedefe için bir güven duyuyorduk… En başta Cumhuriyetimize güven duyuyorduk. İlerlediğimizi ve adım adım Batı’ya yaklaştığımızı aradaki farkı kapattığımızı görüyorduk. Mesela Kızılay’a dikilen o “mini gökdelen”, Gima binası bile bize gurur verebiliyordu! Bu duyguyu, ancak o dönemleri yaşayanlar bilir…  Futbol ülkemizin en büyük keyiflerinden biriydi ve saçma sapan küfürler etmek kimsenin aklına bile gelmezdi. Şampiyonluk takımlar arasında el değiştirirdi ama bazen yanlış kararlar alınsa bile hakemlere güven duyulurdu, saygı gösterilirdi Türkiye Futbol Federasyonu, herkesin her hafta saldırdığı bir kurum olmaktan çok uzaktı… Mesela o dönemlere damgasını vurmuş eski TFF Başkanı bir Orhan Şeref Apak çok saygın bir isimdi.

Dine güven duyuyorduk! Belki şaşırdınız ama böyleydi, Kurban Bayramı ve Şeker Bayramı, (o yıllarda bu bayram adını bu şekilde duyunca saldırmaya hazır tetikte bekleyen trol orduları yoktu) güzel bir koruyucu güç olan Tanrı ve onun inanç sistemi ile ailevi ve toplumsal bağlarımız en güzel şekilde güçleniyor, din o yıllarda yurdun genelinde -istisnai bazı yobaz kalkışmalar dışında- çoğunlukla siyasetin dışında kalarak koruyucu ve birleştirici duygular yayıyordu.  

Basın mensubu olmak saygın bir kişiliğe işaret ederdi. Evet, herkesin bildiği farklı partilerin sözcüsü konumunda olan saygın yayın organları olurdu, ama devletin yayın organı TRT tarafsız olduğu gibi, “merkez basın”da demokrasiden, Cumhuriyet’ten, adaletten yana, bunun dışında her partiye eşit mesafede duran ve tarafsızlığını koruyan kurumlar vardı!

Teknoloji bu seviyede hayatımızda değildi; çok az kişinin arabası vardı, futbol ayakkabıların içindeki çiviler yarım saat koştuktan sonra ayağımızı delerdi, Ankara’dan İstanbul’u telefonla aramak için birkaç saatlik bağlanma süresine ihtiyacımız vardı, yurtdışına iki yıl ya da üç yılda bir çıkabiliyorduk, onda da neredeyse yanımıza pek para alamadan… Mağazalarda ne tenis topu, ne tenis raketi, ne havalı dekorasyon malzemeleri ne de bugün erişilebildiğimiz ithal kitaplar vardı -belki birkaç özel kitapçı hariç. Ama ülkemize ve geleceğimize inanın güven duyuyorduk, on yıl sonra çok daha ileride olacağız diyorduk. Hepsinden önemlisi gece bir restoranda veya eğlence yerinde uykusu gelen çocuğumuzu, sokakta veya otoparktaki arabanın içine koyup, kapıları dahi kilitlemeden orada uyumaya bırakabiliyorduk! İnanamıyorsunuz bu dediklerime değil mi? Ülkemizde gerçekten güven hakimdi…

 

PEKİ YA BUGÜN?

Herhalde bu yazıyı okurken yanıtları kendiniz vermişsinizdir… Sondan başlarsak her tarafımız teknoloji ağları ile kaplı, fakat o bile yaşamla olan ilişkimize güvensizlik getiriyor, çünkü yapay zeka ve robotların pek yakında bizi kontrol edeceği veya imha edeceği bile ciddi ciddi konuşuluyor. Seçimler konusunda halk sürekli bir katakulli bekliyor ve en basiti artık parmaklara neden mürekkep sürülmediğini dahi anlayamıyor. Bırakın yasaların usulünce ve süreklilikle uygulanmasını, Anayasa Mahkemesi bile -adeta bu ülkede hukukun tükendiğini ispat edercesine- sözü dinlenmeyen bir sembolik kurum haline getirilmeye çalışılıyor. Etrafımız, her yerde gökdelenlerle kaplı, ama ne imarlarına güveniyoruz, ne sağlamlıklarına, ne varsa ihalelerine… Türk Lirası’na olan güven yerlerde, demokrasi ve insan haklarına duyulması gereken güven artık maalesef yok. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne duyulan sonsuz itimat ve verilen açık çek tarihe karışmış; gerçeklikle bağlantısını yok etmiş durumda. Sokaktaki vatandaş kendi haklarını bilmiyor, çünkü mevcut polis devletinde, hangi sosyal medyada hangi kelimeden suçlu bulunabileceğini kendisi de kestiremiyor. Futbol heyecanı artık yerini futbol kavgasına, iftiralarına ve ağır polemiklerine bırakmış durumda. Siyaset boğazına kadar futbolun/federasyonun/kulüplerin içine girmiş ve en yakışıksız şekilde siyaseti futbol kurumlarının içerisine sızarak kimin şampiyon, kimin ikinci, kimin üçüncü olacağını veya kimin düşeceğini karar vermeye çalışıyor. Federasyonun liyakat ve tarafsızlıkla hareket etmeye mecbur olan kurulları bir takımın çıkarlarına yıllardır hizmet eder duruma düşürülmüş. Dine duyulan güven, bağnazlardan ve inanç tüccarlarından Cumhuriyetimizin kurucularına yönelik alçakça hakaretler ve saldırılar geldikçe, kadınlara yönelik saçma sapan hutbeler yükseldikçe yerini öfke, şüphe ve ağır tepkiye bırakıyor. Tarikatlar, yobazlar “kartonpiyer mehdiler” her yeri sarmış durumda… Demokrasiye ve adalete duyulması gereken güven tarihe karışmış, bu ülkede artık her şeyin “dönüştürülmüş tek adam rejimi” gerçeklerine göre yaşandığını iddia edenler çok fazla… TRT’nin yayın programına göz atmak bu konuyu algılamak için yetmez mi? Ya da merkez basın mı dediniz? Bugün aklınıza gelen böyle objektif bir yayın organı var mı? Tarafsız merkez medya yok oldu battı gitti medyaya duyulan güvenle beraber, yerini yandaşlar ordusu aldı!  

 

PEKİ NEYE GÜVENİYORUZ?

Hemen söyleyeyim: Akıllı telefonunuza, şayet limiti ve vadeleri tamamen kuşa çevrilmediyse içinde üç kuruş kalmış kredi kartınıza, uzun süreli ve içinde vizeler bulunan bir pasaporta, şayet içi biraz doluysa o günü veya o haftayı kurtaracak bir cüzdana veya yastık altında tuttuğunuz 3-5 altına, yaşınız müsaitse ve hala yaşıyorlarsa hayatta elli yıldır yanınızda duran 3-4 arkadaşınıza, elinizde tuttuğunuz bir taze ekmeğe, kırk yıllık aile hekiminize, aile içi dayanışmanıza, sevgili kedi, köpek veya tavşanınızın size hissettirdiği duygulara… İşte belki hala onlara güvenebilirsiniz! Ülkemiz ağır sisli bir geleceğe bakmaktan kurtulamıyor.

 

GEÇMİŞE DUYULAN ÖZLEM YETMEZ!

Bu ülke, demokrat insanların vaktiyle çok eleştirdiği Turgut Özal ve ANAP dönemini bile mumla arar duruma düşmüşse, en inandığı kurumlar tek bir insanın yönettiği bir parti ve devlet rotasına girmişse, halk, gündelik yaşamının her zerresinde haksızlık ve güvensizliğe teslim olmuşsa, size düşen nostaljik yaşlı gözlerle geçmişi özlemek değil, 31 Mart seçimini ölesiye ciddiye alarak çalışmaktır… Matematik gerçekleri ve bölünmenin kime yaradığını hiçbir gerekçeyle unutmadan!

Yazı Tarihi: 14.03.2024
Paylaş
Benzer Yazılar