30’larının sonlarında, en verimli çağında olan genç insanlar düşünün. En büyük dertleri, nerede tatil yapacakları olabilirdi! Ama onlar, siz doğruları öğrenin diye gazetecilik yapmayı tercih ettiler. Dün sabahın erken saatlerinde gittik Çağlayan Adliyesi’ne, “Barışların Davası”na… Gazetecilerin haksız esaretlerine dur demek ve adalete sahip çıkmak için… Çevremdeki isimler arasında OdaTv’den Pınar Saraçoğlu, tiyatrocu Orhan Aydın, Cumhuriyet’ten Şükran Soner, avukat Celal Ülgen, CHP milletvekilleri Özgür Özel, Tuncay Özkan, Barış Yarkadaş, Mahmut Tanal, Kadir Gökmen Öğüt, Aylin Nazlıaka, Muharrem Erkek ve Utku Çakırözer gibi yakından tanıdığınız aydınlar ve siyasiler vardı. Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Murat Ağırel, Hülya Kılınç, Aydın Keser ve Ferhat Çelik’le yüreklendirici bir diyaloğa girişmeye çalıştım. Terkoğlu ve Pehlivan, benim de Cumhuriyet’in ara döneminde, 2,5 yıl yazdığım ve evim gibi gördüğüm OdaTv’nin en çarpıcı, çalışkan ve cesur araştırmacı gazetecileri.
Davanın tamamına katılamasam da, 5 saat uğraştıktan sonra mahkeme salonuna girip Terkoğlu ve Pehlivan’ı görüp onlarla dayanışma selamlaşmamızı yapabildim. Şeffaf olması gereken adaletimizi, bir sır ve sis perdesi kuşatmış durumda! Sanki adalet ve demokrasi ile buluşacağımız alanlar giderek daraltılıyor. Bu kadar önemli bir dava neden çok daha büyük bir salona alınmıyor? Neyse, hiç olmazsa avukatlar katılabiliyor ve takip edebiliyor (!)
BAROLARIMIZIN DİRENCİ KAZANDI!
Avukatlarımız, yalnız bir meslek odası değil, adeta evleri olan baroların kaderi ve geleceği için günlerce yürüdüler. Her zamanki gibi gösterişten uzak, mütevazı ama kararlı, ne dediğini bilen değerli arkadaşım, İstanbul Barosu’nun asil başkanı Mehmet Durakoğlu ve ödünsüz, Atatürkçü, cumhuriyetçi, demokrat tavırlarıyla diğer bütün illerimizin güzide baro başkanları… Hepsi Ankara’nın girişinde bir araya gelip, kararlılıkla Anıtkabir’e yürümek istiyorlardı. Bu tabii ki birilerine fazla geldi! “Yollar yürümekle aşınmaz, bırakın yürüsünler” diyen Demirel’i bile arar olduk. Eskişehir Yolu’nun Ankara ile birleşme noktasında durdurulan baro başkanlarımız, o andan itibaren açık eziyet gördüler. Darp edilenler, tartaklananlar, itilip kakılanlar, tehdit edilenler, yere yatırılanlar, gözaltına alınmaya çalışılanlar… O üzücü görüntülerde işin her karanlık tonunu gördük. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı tarafından gönderilen kumanyaların engellenmesi, ihtiyaçlarını gideremesinler diye kapattırılan ve “sosyal mesafe” cezası kesilen kafe, iki kilometre ötedeki benzin istasyonuna yürümek zorunda kalan değerli avukatlar, polis kalkanları ile kuşatmalar… Metin Feyzioğlu’nun, artık bizleri asla şaşırtmayan, kurnaz manevraları ve ona kanmayan, dimdik duran güzel yurdumun her noktasından gelen baro başkanları… Gaziantep’ten Bektaş Şarklı, İzmir’den Özkan Yüce, Kocaeli’den Bahar Gültekin Candemir, Sivas’tan Hacı Yılmaz Demir, Antalya’dan Polat Balkan, Kayseri’den Cavit Dursun tüm diğerleri ve onları karşılayan Ankara Baro Başkanı Erinç Sağkan… Aklıma bir yandan demokrasi tarihimize geçen bu güzel insanlar ve dirençleri geliyor, bir yandan da Feyzioğlu’nun sözleri kulaklarımda yankılanıyor: “Acaba bu yürüyüş gerçekten yargının sorunlarını çözmek için mi yoksa başka bir sebep için mi?” Sizce bu soruya cevap vermeye değer mi?
Önlerinde örülen her duvara karşı çıktılar, direndiler, kazandılar ve Atamız ile buluştular, ondan güç almayı başardılar! Onlara destek veren Önder Sav, Meral Akşener, CHP ve tüm siyasilere teşekkür ediyorum. Yaratılmaya çalışılan nedir? “Benim gibi düşünmeyen yazmasın, araştırmasın, hatta gazetecilik yapmasın; benim gibi düşünmeyenin sağlam bir avukatı-savunması da olmasın.” Bu düşünce tarzının tabi başka açılımları da var, “benim partimden kopup siyasete devam edenler başka hiçbir baltaya sap olamasın, siyaset yapamasın. CHP zaten düşman, onların her işi ters gitsin, tercihen de yok olsunlar!” AKP doğrudan bir futbol liginde oynasa, inanın ya tek başına oynamak isterdi ya da hem bütün hakemleri, müşahitleri, federasyonu, belki ve hatta rakip takımın teknik yönetimini kendi üyeleri arasından seçmek isterdi!
Gerek Barışlar’ın gururlu duruşu, gerek barolarımızın kararlı direnci, gerek bu siyasi mücadelelere destek veren aydınlar, bu ülkede aydınlanmanın silinmesi mümkün olamayan izlerine imza atıyorlar.
İLHAN SELÇUK, BEHRAMOĞLU, ÇÖLAŞAN, MEYDAN VE AYDIN DÜRÜSTLÜĞÜ
Anti-demokratik baskılar Cumhuriyet Gazetesi’ni yine hedef aldı. Dün başlayan diziyi muhakkak satır satır okuyun: Hukukçuların, gazetemize yapılan bu kabul edilemez baskı ve tehditlere olan yanıtlarını kaçırmayın! Geçen hafta Türk aydınlarına yaptığım açık çağrı da yerini buldu, çok olumlu sesler getirdi. Gerçekten inanmak istiyorum ki artık “27 Mayıs” dendiğinde bazı sevgili yazarlarımız o suçluluk duygusu ile kıvranan “İlk faşist darbeydi” nakaratından kendilerini kurtarmış olacaklar. Bu hafta, Meclis, Yassıada’nın aldığı kararları iptal etti. Ama, geçmişin yaralarını tedavi edelim, acılara anlayış gösterelim, kabul. Ama darbelere karşı durmakla, tarihe uydurma kulplar takmaya çalışmak ayrı hikayeler.
27 Mayıs Devrimi’ni gerekçeleriyle savunan, bundan çekinmeyen açık sözlü ve en değerli aydınlarımızı eklemek istiyorum! En başta, Türk aydınlanmasının sönmez meşalesi İlhan Selçuk, Türkiye’nin en cesur gazetecilerinden Emin Çölaşan, ülkenin en heyecan verici tarihçilerinden Sinan Meydan ve her zaman günümüzün Nazım Hikmet’i olarak gördüğüm Ataol Behramoğlu… Behramoğlu’nun bu yıl Cumhuriyet’te kaleme aldığı şu sözler de ortadan geveleyen bazı yazarlara küpe olsun: “Benim için 27 Mayıs darbesi bir devrimdir. Kimliğimi, o devriminin sonucu olan 1961 Anayasası’nın sağladığı özgürlük ortamına borçluyum.”
Aslında tarihin hakkını veren ve sözlerini esirgemeyen o kadar çok değerli aydınımız daha var ki! Son 60 yılımız, birbirinden içerikli gerekçelerle bu konuda makaleler, kitaplar yazmış, konferanslar vermiş ülkenin birbirinden değerli aydınlarının bıraktıkları izleri taşıyor. İnanıyorum ki, bundan böyle 27 Mayıs’ın, aslında 27 Nisan’da yapılan faşist darbeye karşı Cumhuriyet’e demokrasi oksijenini geri getirmiş olmanın onurunu taşıdığını ve onu sadece o korkunç idamlarla ele almanın, gerçeklerin bütününe haksızlık olduğunu artık herkes görecek! Yassıada’nın artık “Demokrasi Adası” olarak anılmasına da itirazım yok. Ancak yaşanmış tartışılmaz gerçekleri tahrifata uğratmayalım. Umarım önümüzdeki yıl, bu oportünist beyanları en azından bizim kesimden artık duymayacağız.