Öncelikle sizlerden özür diliyorum: Yine öyle şeyler yaşıyoruz ki, geçen haftadan taşan “Marksizm dondurucuda, Kemalizm Dimdik Ayakta” başlıklı makalemin devamı gelecek haftaya kaldı. Neden mi? Önce bir doğal akış sahnesiyle başlayalım…

Geçen hafta birkaç kez yine Silivri’ye gittim. Tuncay Özkan ve Balbay bizlere seansın başlamasından önce 10 dakika kadar seslenme vakti buluyorlar. Bizi ayıran mesafe, tutuksuz mahkumlara ayrılan oturma yerinin uzunluğu kadar. Yani 9-10 metre civarı. Yine uzaktan “kavramsal kucaklaşmalar”, gülümsemeler… İkisi de önce Esin Afşar’ın kaybından duydukları büyük üzüntüyü dile getirdiler. Afşar’ın nasıl Silivri’yi izlediğini, duruşmalara arada katılarak onlara moral verdiğini, kültürel yaşamımızda onun yokluğunun doğuracağı büyük boşluğu anlatarak “sohbetimize” başladılar. Sevgili büyük değerimiz Afşar’ı bir gün önce sonsuzluğa uğurlamıştık. Herkes nefesini tutarak dinledi. Sonra bu demokrasi bekçilerinin sevenleriyle hızlı diyalog ve kitap imza süreci başladı. Yine espri yapma peşindeydi Balbay. “Nutkum tutuluyor burada” dediğimi duyunca “İşte bu haberdir arkadaşlar!” diyerek bizi güldürdü. Özkan, moralini bozuk gördüğü bazı yakın destekçilerine öyle bir hızlı “ders” verdi ki, her biri ondan koca bir rüzgar alıp, gösterdikleri zaaf belirtisini anında yok edebildiler. “Sizler dışarıda bu karanlığı yeneceğimize inanmazsanız, bizler bu mücadeleyi içeride  vermeye nasıl devam edebiliriz? Faşizmi yeneceğiz” diye haykırdı Özkan. Çevreme baktım: Aynı gazetede yazdığı insanlara “merhaba” dememekten haz almaya çalışan, aynı sepete oy vermemeyi yaşam tarzı haline getiren ama aynı sorunlarla boğuşan muhalif insanlar vardı. Aynen onları temsil eden siyasiler gibi, “rakibi” sevindiren uygulamalara takılıp kaldıklarının farkında değildiler… Atatürk’ü hırpalamayı “demokratik borçları” sanacak kadar rezilleşebilen O’nun partisinin bazı mensupları ise hepimizin yüz karasıydı.

Daha sonra Hurşit Tolon uzun uzun, nasıl en sade Anayasal haklarını kullandığı için gülünç iddialarla suçlandığını anlattı. Basına açık yapılan en sade toplantıların nasıl “gizli örgüt” buluşması havasına sokulmaya çalışıldığını kanıtlarıyla aktardı. Etkileyiciydi.

Kaşif Kozinoğlu’nun Aydınlık’ta yayınlanan Mektuplar’ı yenilir yutulur lokma değil: Okuduktan sonra insan eski MİT'çinin ölümüne tabii ki “olağan” gözlerle bakamıyor. Özkan “Hapiste yatacak olana öğütler” isimli kitabı yeni yayınladı. 75. sayfada şu sözler var: “Siz siz olun özellikle saat 17.20 sonrası sakın hastalanmamaya çalışın. Hele tecritte kalp krizi geçirmeyin; ancak ölünüzü bulurlar”. Hasan Ataman Yıldırım, tutuklulardan. Kozinoğlu ve Hasan Atilla Uğur’un koğuş arkadaşları. Geçen hafta panik içinde basına el yazısıyla bir yorumunu dağıttı. Bildiğiniz gibi maalesef Kozinoğlu, Özkan’ın uyardığı saatlerde 18.15 civarında kriz geçirmiş ve “ardından ancak 18.50 de gelen bir doktorsuz ambulansla Silivri hastanesine kaldırılmaya çalışılmış ve 19.15 de buraya “ölü” olarak gelmiş… ilk ağrının gelmesinden bir saat sonra hastaneye ulaşabilmiştir. Cezaevi kampüsünde bu şartlarda bütün tutuklular için bu durum aynıdır. Bizler burada ölümü bekliyoruz”diyor H. A. Yıldırım. Ve bu noktadan hareketle, Kozinoğlu’nun son iki gününde başında beklediği hasta arkadaşı Hasan Atilla Uğur’un durumuna parmak basıyor: Dışkısından kan gelen ve kalbi arızalı olan Uğur’un, özellikle Öcalan’ı sorguladığı kitabından sonra terör örgütlerinin hedefi haline geldiğini hatırlatıyor. Hem sağlık hem güvenlik açısından daha önce gittiği GATA’ya sevkini istediğini, daha sonra ise Savcının teklifi ve Yıldırım’ın da baskısıyla Çapa’ya gitmeyi kabul ettiğini ancak 16 Kasım günü yasal hakkı olan bu kararın da bozulup ancak Silivri’ye izin verildiğini aktarıyor.

Şu andaki son durum mu? Albay Atilla Uğur, tabii ki Silivri sevkini reddediyor, o hastanede ölmek yerine, koğuşta ölmeyi tercih ediyor ve Yıldırım sözlerini şöyle bağlıyor: “Her gün gözümün önünde eriyor. Kendisinin Çapa’ya sevk edilmesi için mahkemenizden talepte bulunuyorum. Koğuşta 2. bir ölüm istemiyorum”.

Bizler mi? Bu insani feryatları her yöntemle Adalet Bakanlığı’ndan başlayarak yeryüzüne duyurmamız lazım ki, bu canlar, Uğur’dan başlayarak kurtulsun. Yoksa daha acil işleriniz mi var sanıyorsunuz? Yarın o sevki bekleyen T.C. vatandaşı, herkes olabilir. Bilmem anlatabildim mi?

Post Date: 22.11.2011
Share on