ÖLÜRKEN KALBİMDEN VE AKLIMDAN ÇIKMAYACAK OLAN KAÇAN GOL...

Türkiye sürekli tekrarlanan senaryolarıyla, ortaçağ batağında patinaj yapmaya devam ediyor. Daha pazar günü, en aydın ve en ileri siyasi parti sayılan, benim de üyesi olduğum CHP’nin İzmir İl Kongresi’nde Aziz Kocaoğlu’nun adamları az daha sevgili dostum Tuncay Özkan’ı linç edeceklerdi. Konu, gerekçe, hepsi içler acısı bir zavallılıkta! Diğer gündemler ise, ırkçı bir partinin tutarsız debelenmeleri, dinci bir partinin çıkar pozisyonları dağıtımı ve demokrasiyi adım adım boğması, medyanın inandırıcı olmayan ve aynaya bakmayan yakınmalarla ifade özgürlüğünün yok edilişinden şikayet etmesi gibi ağır dramlar. Bugün bu yazıda sizi günlük konularımızın dışına çıkarıp sanat dünyasına götüreceğim: Uluslararası sanat dünyasına... Ve orada Türkiye’nin, Picasso ile ilgili koca bir fırsatı, uluslararası büyük ikramiyeyi nasıl kaçırdığını, nasıl dünyanın tüm dikkatini üzerine çekme fırsatını yok ettiğini yine içim parçalanarak sizlere anlatacağım. Bu lafı espri olsun veya lafın gelişi diye söylemiyorum. Şöyle özetleyeyim: Son nefesimi verirken, bilincim yerindeyse, bu kaçan fırsatın yükünün acısını hala yüreğimin dibinde hissediyor olacağım. Yaşamla ilgili iki derin ağrılı “teessür ve teessüfümden” biri bu olacak.

GİDİP GÖRMEYE KALBİMİN ELVERMEDİĞİ SERGİ!

Şu anda Paris’e giderseniz, Grand Palais Müzesi’nde 29 Şubat’a kadar “Picasso.mania” isimli bir sergi var. Geçen hafta Uluslararası Sanat Dernekleri Dünya Başkanlığımla ilgili UNESCO görüşmeleri için Paris’teydim ve bu müthiş serginin kataloğunu oradan aldım. 338 sayfalık muhteşem bir yayın. Üç gün kaldığım Paris’teki zamanımın yarısı müzelerde geçti. “İhtişam ve Sefalet: Fahişeliğin Görüntüleri” sergisi, 16 Ocak’a kadar sürüyor. Harika bir sergi, ayrı bir yazının konusu. Ayrıca Palais de Tokyo’da çağdaş sanatı muhteşem bir algı zenginliği içinde sunan iki sergi var. Biri Ugo Rondinone’nin şair John Giorno hakkında düzenlediği dev sergi; diğeri de Ragnar Kjartansson’un mekan düzenlemeleri ve videoları. İkisi de birbirinden muhteşemdi. Bu da ayrı bir yazının konusu. Kaçırdığım sergilerden biri Centre Pompidou’daki Anselm Kiefer’di. O da 18 Nisan’a kadar görülebilir. Vakitsizlikten değil, kalbim dayanamayıp o sanat sarayında ölürüm diye gitmediğim sergi ise, tabii ki Picasso sergisi. Gelelim nedenine, Türkiye ve Türk müzelerinin kaçırdığı tarihi gole...

“AMAN TANRIM AVİGNONLU MATMAZELLER 100 YAŞINDA!” PROJESİ...

“Demoiselles d’Avignon” yani Avignonlu Bayanlar Matmazeller Picasso’nun 1907’de yaptığı en önemli resmi. Kim ne derse desin, Kübizm’in ve Modernizm’in önünü açan başyapıt. Amerikan kıtasındaki en değerli sanat eseri ve sahibi olan Museum of Modern Art’ın ne Mona Lisa ne de başka hiçbir yapıtla takas etmeyeceği bir 20. yüzyıl şaheseri. 2004-2006 yılları arası “Aman Tanrım, Avignonlu Matmazeller 100 yaşında” başlıklı bir sergiyi düzenleme çabalarımla geçti. 100. yılında bu dev eseri kutlamak için dört kıtadan ve üç kuşaktan en az 25 kadar sanatçıyı seçtim. Dünyaca ünlü sanat tarihçilerinin yazılarıyla da beslenecek bu çıkışta, Picasso fenomeninin sanat dünyasına attığı büyük tokadın ardından ilk büyük uluslararası sergi, bugünün dünyasından bakışla bir değerlendirme yapacaktı. Hedef, İstanbul’dan başlayacak bu serginin Avrupa ve Amerika müze ayağı ile dünyayı sallamasıydı. Daha önce Marcel Duchamp etrafında bu geniş kapsamlı analizler ve çıkışlar yapılmıştı. Ama Picasso etrafında bu kadar büyük evrensel boyutlu ve her kültürden gelen bir odaklanma hiç olmamıştı. Böylece, çağdaş sanat ortamında Türkiye kaynaklı evrensel bir rüzgar, çağdaş sanatta ciddi bir karşılık bulacak, konunun çarpıcılığı, medyatikliği ve yaratacağı ilgi dalgalarıyla, dünya sanat ortamının dikkati Türkiye üzerinden Picasso’ya yönelecekti. Tabii başta İspanyol ve Fransız müzelerinin küratör ve direktörleri de “bu fikir neden bizlerden çıkmadı ki?” diye çatlayacaktı. Listede kimler yoktu ki! Yazarlar arasında Donald Kuspit, Edward Lucie-Smith, Wayne Andersen, Hasan Bülent Kahraman, Deborah Willis, sanatçılar arasında Faith Ringgold, Antonio Segui, Paul Chambas, Pat Andrea, David Hockney, Cheri Samba, Miquel Barcelo, Julian Schnabel, Zhao Bandi, Özdemir Altan, Arpita Singh, Haluk Akakçe, Heri Dono ve daha niceleri vardı... Proje hızlı ve samimi bir ilgi dalgası yaratmıştı...

TÜRK MÜZELER HANGİ GEREKÇELERLE KAÇTILAR?

İlk olarak, tabii ki, İstanbul Modern’e gittim. Sevgili Oya Eczacıbaşı çok heyecanlandı, beğendi lafı yetmez, beni sollayan bir sahiplenme gösterdi. Ben de çok mutlu oldum. Bir sonraki randevuya kadar ayrıldık. Bu arada kendisi temas edeceği yabancı müzeleri sayıyordu. Ama o anda ikimizin de hesaplayamadığı bir faktör vardı: Rosa Martinez. İstanbul Modern, o dönem bu İspanyol hanımefendinin küratörlüğünde yürüyordu. Projeyi kendisine açtıklarında neler olmuş olabileceğini adım adım biliyorum. “Bizim Picasso hakkında böyle geniş bir sergi yapılacaksa, bunu neden ben yapmıyorum” krizi, bir adım ötesinde “bu pastayı kimseye yedirmem”in yıkıcı egosantrizmine yenilince İstanbul Modern, eminim istemeye istemeye projeden vazgeçti. Müze henüz 1-1,5 yıl önce kurulmuştu. Herhalde baş-küratörünün yetki alanına saygı duymak zorunda kaldı. Bu konuda en mazur gördüğüm kurum, bu nedenle İstanbul Modern.

Gittiğim ikinci adres, Sabancı Müzesi’ydi. Nazan Ölçer hanımefendi beni her zamanki nezaketi ile karşıladı. O da projeye bayıldı. Paris’teki Picasso Müzesi’ndeki dostlarını gündeme getirdi. Ben tam heyecanla bir sonraki randevumuzu beklerken birden üzgün bir edayla bana bildirdi: “Ama biz yalnız ölmüş sanatçıları sergileyebiliyoruz”. Şaşkınlıktan küçük dilimi yuttuktan sonra hemen yanıtladım: “Sevgili Nazan Hanım, hiç sorun değil, söz veriyorum size, açılışta bir makineli tüfek kapar, tüm katılımcıları hemen oracıkta rahmetli yaparım, sonra sergiyi rahat rahat gezebilir herkes”. Kendisi gülünce, ben de ciddi havamı terk ettim ve dostça ayrıldık. Sıra üçüncü ve son kapıma gelmişti: Pera Müzesi. Özalp Birol Bey, ilk görüşmemizden itibaren projeyle ilgilendi. Belki Oya Hanım’ın gösterdiği büyük sahiplenmeyi göstermiyordu ama sonuçta üst üste yaptığımız görüşmelerle projeyi rayına oturttuk ve kabul etti. Gönül rahatlığıyla yazışmalarımı yapıyor, yurtdışı görüşmelerimi Avrupa’da sürdürüyordum. Serginin 2007 sonbaharında açılması kararlaştırılmıştı, tek farkımız kendisi müzenin tek katını teklif ederken, ben iki katını rica ediyordum. Sonra 29 Ekim 2006 gecesi, açılışa bir yıl kala, aldığım bir “bütçesizlik” SMS’i ile o kapı da birden üzerime kapandı. Sonuçta benim açımdan konu “100. Yılında Demoiselles” olduğu için, 3 yıl önceden program yapan yabancı müzelere de gidemedim. Dosyayı, içime beton tıkayarak rafa kaldırdım.

BARCELONA VE PARİS’TE, 8-10 YIL SONRA...

2012 yılında Amerikalı küratör Michael Fitzgerald, bana bir ileti yollayarak temasa geçti. Mail adresime İstanbul Modern üzerinden ulaşmıştı. Projemi duymuş, kendisi de benzer izlerden yürüyerek Barcelona Picasso Müzesi’nde “Post-Picasso: Contemporary Reactions” sergisini hazırlıyordu. Beni de davet etti. İçim burkuldu ama tabii ki kabul ettim. Sergide Basquiat, Warhol, Mauizio Cattelan, Casper Johns, Rosenquist, Baselitz, Banksy gibi dünyanın en meşhur isimleri de vardı. Ne kadar ender  görülen gönlü ferah bir insanmış ki, geçen yıl Barcelona’da serginin açılışında, hem basın toplantısında, hem de katalogda projenin ilk benim fikrim olduğunu basına ve sanatseverlere aktardı. Nerede Rosa Martinez, nerede Fitzgerald...

İşte şu anda Paris’teki sergi de, o çizginin devamı. Hem Demoiselles, hem Guernica, hem Kübizm’in, hem genel Picassoların, geniş kapsamlı bir dev sergide, dünya sanatçıları tarafından ele alınması... Yine dünya devleri, yine efsanevi isimler...

HASAR TESPİTİ

Picasso hakkında, etrafında, temalı, başka sanatçıların referanslarıyla oluşan sergiler geçmişte de tabii ki vardı. Ama tüm kıtalara yayılan, uluslararası dünya sanatçıları tarafından bu kadar geniş değerlendirmelerle, hele “Demoiselles 100 Yaşında” gibi bir çarpıcı başlıkla, sanatçının sanata en çok etkisi olmuş işinin yeniden keşfinin İstanbul’dan başlayacak büyük serüveni böylece suya düştü. Batı sanatını geçmişte hep yıllarca geriden izlemeye alışmış Türk sanat ortamında, bu açığın DNA’mıza geçmiş izleri herhalde bu proje gündeme gelirken ağır bastı. Böylece ne yazık ki “Picasso.mania” treni yeni geniş dönemine prestijini bir Türk müzesinden akıtmaya başlayarak çıkamadı. Sonuçta Türkler’e de yine alıştıkları gibi bu projeyi Paris veya Barcelona da izlemek düştü. Çağdaş Türk sanat ortamının gelişmekte olan ve sanat ortamına yeni giren ülkeler arasından sıyrılarak böyle bir projeye öncülük etmesi, yaşanamadı. Bu da ne yazık ki kolay kolay yerine konamayacak bir kayıp. 10 tane Picasso yok ve... zamanlama her şeydir, öyle değil mi?

Merak ediyorum, Türk müzeleri arasında uğradığımız zararları görüp pişman olan var mı? Bundan sonra bu hatanın tekrarlanmaması için en önemli konu, müzelerimizin genelinin, özellikle Sabancı ve Pera müzelerinin “sergi ithali” kolaycılığından çıkmaları. Ayrıca Türk sanat insanlarına duydukları güvensizlik, batıya göbekten bağımlılık gibi sendromlarını aşmaları lazım. “Her şeyi bu yabancılar en iyi bilir” sendromu bu... “Adamlar yapmış ya” şeklinde gelişen 20. yüzyıl ortasından sarkan ve biraz hayranlık ötesi kompleks yansıtan tavır artık çöpü boylamalı. Her yapıta ve fikre hayranlık duyabiliriz, ama taşıdığı pasaport, bunu belirlemez. Bu bir İzmirli veya Madagaskar çıkışlı pasaport da olabilir. Yazık ki yıllarca batılı sanat akımlarını 20-30 yıl geriden takip eden sanat ortamımız, bu sefer 10 yıl ileri gitmiş olabileceğine inanamadığından kendisine yapılan teklife karşı başını kuma gömmeyi tercih etti. Sanat ortamımızda son birkaç yılda giderek artan koleksiyonerlerimizin bir kısmının muzdarip olduğu “yalnız batı sanatı alma” hastalığı da, bu sendromun farklı bir ağır yansıması... Bu konu ise ayrı bir yazı konusu olacak...

Etiketler: Picasso
Post Date: 22.12.2015
Share on