Geçen hafta sonu her şey sözleşmiş gibi üzerimize geldi. Taksim’e, özgürlüklerimize, Türkiye’nin laiklik, eğlence ve sanat merkezine yine savaş açıldı! Hem de ne güzel savlarla!

“EN TAZE TARİHİ ESER”

Öncelikle herhalde espri yapmak isteyen Cumhurbaşkanımız, dünyanın ilk “en taze” tarihi eserini yaptırtmak istediğini açıkladı. Böylece onun ağzından Gezi Parkı hakkında verilen her sözün yine kurabiye gibi yendiğini öğrenmiş olduk. Bu mutlu haber, yine bir RTE klasiği olan “Taksim’e camii” bildirimleriyle eşzamanlı olarak geldi. Ortalama 4-5 yılda bir yüzeye fırlama alışkanlığı olan bu bitmez tükenmez tutkunun ana kökeni, herhalde koca İstanbul’un camii ihtiyacı değil. İnanın ben 110.000 civarında rekor sayıda camisi, ama devlete ait “sıfır” modern ve çağdaş sanat müzesi olan ülkemizde, heyecanla altı haneli rakama karşı “sıfıra sıfır elde var sıfır” sloganıyla yürüyen bu koca açığın ayıbını yüreğinde hissedecek ilk hükümeti mumla arıyorum!

FİRUZAĞA ÇETESİNİN MARİFETLERİ

Cumhurbaşkanı’nın bu yeni güzel vaatleri durup dururken oluşmadı; geçen Cuma günü, Firuzağa’da Koreli Seogu Lee’nin plakçısına yönelen yobaz saldırının hemen ardından geldi. Yani tetikleyici bir olaya imza atmış oldu saldırganlar. İşleri güçleri dini tehdit, şiddet, şantaj olarak kullanmak olan bir zavallılar grubu... Seogu Lee’nin ölmemesi bir tesadüften ibaret. Bir olayın faillerinin tutuklanması için illa birilerinin ölmesi mi lazım? Magandalığı üzerinden her haliyle akan bu tipler ertesi gün serbest bırakıldı. Halbuki olayın yeni bir “Sivas”a dönüşmesi işten bile değildi! Dünya basınına yansıyan bu büyük rezalet, ayrıca her zerresi kan ağlayan turizmimize de yine ağır bir darbe vurdu. Dünya alem, yobazların ülkede elini kolunu sallaya sallaya plakçı basıp adam dövdüklerini ve polisin -ve ne yazık ki sokağın!- bunu seyretmekle yetindiğini gördü.

KAN MERAKI BİTMEYEN BİR KESİM

Ertesi akşamüstü polisimiz, Cihangir’de kültür-fizik ve sezonluk antrenman ihtiyacını gidermek için olsa gerek, evde rahatça uzanıp maç seyretmelerini engelleyen o kör olasıca (!) entel göstericilerle kıyasıya bir çarpışmaya girdi. Yine başarılı bir sınav geçirdi emniyet güçleri... Yere düşmüş değerli genç kızlarımızı tekmelemekten, iki slogan atan gençlerin ağzını burnunu dağıtmaktan kendini alıkoymadı. Kararlı tutumlarıyla kişisel, öznel, özel hiçbir bağımsız duruşa izin veremeyeceklerini herkese ilan etmiş oldular. Ertesi gün Muharrem İnce sormuş Sözcü’de, Cumhurbaşkanı’na: “Kana mı susadın?” demiş. İşte tüm sorun burada zaten. Herkesi kan tutuyor, herkes kanka, herkes suyu bile kana kana içmeye bayılıyor. Yani kana susamak, bir yandan da içi kanamak, herhalde Osmanlılar’ın bitmez tükenmez kardeş katliamlarından beri, bu toprakların olmazsa olmaz bir alışkanlığı. Birilerinin DNA’larına sızmış. Bazı insanlar, kan aktıkça mutlu oluyor anlaşılan. Çünkü onlar için insan hayatının pek değeri yok.
Uzun lafın kısası, yalnız havalar değil, siyasi mevsim de ısınıyor. Cumhurbaşkanı, Firuzağa’da yaşanan olaylarda her iki kesime de bir çizik atmış. Maç 1-1! Yani hem saldırganlar hatalıymış, hem de Seogu Lee’nin plakçısına gidenler! Böylece 2016 yılının Haziran ayında bir yaşımıza daha girdik. Devletin zirvesinin ağzından, ramazanda içki içmeye kalkışmanın bir günah veya yasak (?) olduğunu böylece öğrenmiş olduk. Gerçekten neye dayanarak sakin sakin bir plakçıda kapalı duvarlar arasında bira içen insanlara resmi suç çıkarabildi acaba, merak ettim... Yakında bu gidişle resmi ağızlardan Ramazanda içki yasağı gelirse şaşırmayın!

AKM YOKLUĞUNDA OPERA’NIN HALLERİ

Pazar günü, Semiha Berksoy Opera Vakfı’nın ödül törenine gittim ve ödüllerden birini verdim. Gencinden yaşlısına, tüm operacılar, mesleklerinin ülkede yerlerde geziniyor olmasına artık katlanamadıklarını, sahneden ifade ettiler. “Haksızlar” demek mümkün mü? Semiha ile ben fazla yakındık. Hatta farklı zaman dilimlerinde doğmuş olmamız nedeniyle, haksızlığa uğramış sevgililer (!) olarak yaşadık! Kendisini bu vesileyle anmak bana çok iyi geldi. AKM’nin ne kadar değerli bir yer olduğunu tekrar hatırladık, yüreğimizde hissettik. Zaten bir gün önce, Kadıköy’de Erkan Yücel Kültür Merkezi’nde “AKM’yi Geri Alma Platformu” ile bir panele katıldım. Kararlılıkla tekrar yaşanan absürd durumu her açıdan analiz ettik. Daha önce de Ercan Karakaş, Eyüp Muhçu, Müjgan Özçay, Üstün Akmen, Orhan Aydın, Mahmut Tanal, Vecdi Sayar, Sami Yılmaztürk gibi dostlarla beraber AKM’yi ölüme taşıyan zihniyetin sorumlularına karşı hukuki bir savaş açmıştık. Takipsizlik kararı çıktı. Başarısız olduk. Biz başarısız olduğumuz için değil. Ülkede “hukuk” olmadığı için. Arabamı almadan geçtik karşıya, motordan sonra taksiye bindik. “Bedri Abi, n’olacak bu MHP kongresi?” diye sordu taksici arkadaş. Halk CHP’den umutlarını o kadar rafa kaldırmış ki, MHP sıralarında güneş arıyor! Geçen 7 Haziran’dan sonra, seçim sonuçlarını adeta iptal ettirten MHP’den söz ediyorum! Halbuki bugüne kadar kime hizmet ettikleri besbelli! Ama umut fakirin ekmeğidir! Boşluklar doldurulmak içindir. Şayet CHP yaptığı muhalefetin yeterli olduğu konusunda kendi kendisini ikna edebiliyorsa, ne mutlu onlara! Ama şunu bilsinler ki, halk durumu öyle görmüyor. Bu nedenle kah Demirtaş, kah Akşener, kah başkasında, umudu dışarılarda arıyor.

DİPLOMA KRİZİ VE CHP

Dün CHP’den değerli bir milletvekilimizle görüşüyordum. Saray’ın gündem değiştirmek ve “Diploma krizi”ni unutturmak için Gezi’yi öne sürdüğünü söyledim. “Şayet o diplomada sorun olmasaydı, benim tanıdığım RTE, yandaş basına o diplomanın 50.000 tıpkıbasımını yaptırıp, 1000 sınıf arkadaşı, hocaları ve müdürü ile dev bir basın toplantısı düzenleyip, oradan da topluca iftara giderdi”. Ortada böyle bir hareket olmadığına göre, o diploma alanı oldukça gri ve flu bir konumda duruyor. CHP milletvekili arkadaşım, Parlamento’da birçok önergenin verildiğini, konuşma yapıldığını, başkanın bunlara yanıt verdiğini, aslında meydanın boş bırakılmadığını söyledi. Bir kısmını bildiğim bu görüşmelerin kamuoyunu tatmin etmekten uzak olduğunu çok değerli arkadaşıma anlatmak kolay değildi. Çünkü partinin içini de en az  kendisi kadar bildiğim için, bu eleştirilerin hangi duvarlardan döndüğünü de ezbere biliyordum. Ülke 1986’nın, 1993’ün veya mesela 2002’nin nispeten daha olağan şartlarında yaşamaya devam etseydi, kendisi haklı olurdu. Ama ne var ki, ülke gerçekten olağandışı 1943 veya 1960 şartları yaşadığından, CHP’nin artık başka kulvarlarda koşması lazım. “Mesela??!”  diyeceksiniz...

İSMET PAŞA’DAN DEMOKRASİ DERSLERİ

Birinci hatırlatmamız “ters” taraftan olacak: Ne derdi Süleyman Demirel? “Yollar yürümekle aşınmaz. Bırakın yürüsünler”. Gerçekten de yürümelerine pek karışmazdı protestocuların, hangi öğrenci veya sendika grubu olursa olsun! Gelelim muhalefete: CHP bugün artık İsmet İnönü enerjisi taşımaya zorunlu bir parti. İsmet İnönü’nün yaptığı gibi, doğal akışta en tarihi vecizeleri bulan bir lider tarafından taşınmaya mecbur bir parti. 1960 yılında 77 yaşındayken, İnönü’nün Demokrat Parti faşizmine karşı nasıl yurdun her noktasını karış karış gezip, halkı demokrasiye sahip çıkmak için nasıl ayağa kaldırdığını hatırlarsak, ne demek istediğim daha berraklaşır. Ne diyordu en meşhur sözlerinde İsmet Paşa: “Bir memlekette namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur”. Gerçekten kimse alınmasın bu yapıcı eleştirilere: CHP şimdi yeri göğü inletmezse, ne zaman inletecek? İşte CHP, artık en seri şekilde İnönü’nün demokratik muhalefet dönemini hatırlamalı.

İNÖNÜ’NÜN EYLEMCİ GENCİ, DR. SUPHİ BAYKAM

İşte size İsmet İnönü ve genç kadrosunun en kritik anılarından biri: 18 Nisan 1960’da, Tahkikat Komisyonu ve bunu basına yansıtma yasağı bir kabus gibi Ankara’nın üzerine çökmüşken, ertesi gün CHP Grup Toplantısı’nda durumu değerlendiriyor. Herkesin morali bozuk. Genç bir milletvekili Paşa’nın kulağına eğiliyor: “Paşam paranız bitmiş, gelin Kızılay İş Bankası’ndan para çekmeye gidelim”. Paşa, grup toplantısının ortasında genç vekilin bu öneriyi neden getirdiğini pek anlamaz, ama onunla kalkar, grubu bırakıp çıkar, giderler. Çünkü “Doktor”a sonuna kadar güvenmektedir... 3 kişinin yanyana yürüyemediği yasaklı faşist günlerde, arabayı Anadolu Kulübü’nün yanına park ederler. Sonra İş Bankası’na yaklaşırken, Paşa’nın geleceğini o gün gizlice “Doktor”dan haber almış ve Kızılay’da “sotaya” yatmış olan çoğu Siyasal Bilgiler ve Hukuk Fakültesi’nden sayısız genç, birden sokakları doldurup “kahrolsun diktatörler-çok yaşa İsmet Paşa” sloganları ile bulvarı inletmeye başlarlar... Bir koca yasak ve korku imparatorluğu böylece delinmiştir! Şaşkın müdür, Paşa’yı buyur edip küçük cep harçlığını kasaya bildirir. Paşa, Ankara’yı sarsan bu “sanki spontane” nümayişten sonra eylemin mimarı genç doktorla beraber grup toplantısına sakin sakin döner. Orada koca bir buz kırılmıştır. Bu eylemin açtığı yoldan, 5 Mayıs’ta 555K eylemi yapılır ve üniversiteliler 5. ayın, 5. günü, saat 5’te Kızılay’da buluşup o dev yürüyüşü yaparlar. Gerisi malumunuz...  
Bugün, 21 Haziran 2016. Sevgili babamın, Paşa’nın sevgili ”Doktor”unun 20. ölüm yıldönümü. İnönü’nün tüm genç kadrosunun kökeni olan, CHP Gençlik Kolları’nın Kurucu Başkanı, eski Grup Başkan Vekili, Ortanın Solu’nun ilk sözcüsü, 4 dönem Milletvekili olan Baykam, CHP’ye Bülent Ecevit, Hikmet Çetin, Altan Öymen gibi Genel Başkanlar kazandırmış bu örgütün kurucusu. Ve o sözünü ettiğimiz sokakların en haşarı çocuğu. Eylemcilik örneklerinden burada yalnız konumuza uyan bir taneciğini hatırlattık. Ama CHP yalnız önerge vermeye indirgenemez, halkla bütünleşmiş bir partidir.  Yarından tezi yok, “bu ortamda ben milyon üyemi nasıl, nerede sokağa döküp bir miting hazırlarım da şaibeli diplomadan, mekan saldırılarına kadar, bu karanlık gündeme el koyarım? Nasıl ortalarda sahipsiz ve umutsuz olarak yüzer-gezer gençliğe sahip çıkarım” sorusuna bulduğu yanıtları paylaşmalıdır. Yoksa CHP, yalnız kendi Parlamento grubunu veya kendi örgütünü avutacak çözümlerle kendini tatmin etmeye kalkarsa, bu ülke daha çoook sahte umutlara yamalanır...

Post Date: 21.06.2016
Share on