Çok zor ve pahalı olan, benim ise “diş söktüren” diye tarif edebileceğim bir sergiyi hazırlıyoruz. Yarın (26 Ekim, Çarşamba) açılmış olacak; herhalde çoğunuz duymuştur. Bu serginin sanatçısı, dünya tarihinin en büyük birkaç efsanesinden biri olan Che Guevara’nın büyük oğlu, Camilo Guevara. Yarın, yani ayın 26’sında, bu sergi açılıyor. Paniğe ve kendinizden geçmeye gerek yok, sadece yarınki işlerinizi iptal edip açılışa gelin!
Öncelikle şunu söyleyeyim: Sanat merkezimin on yıldır neler yaptığını bilenlerdenseniz, Piramid Sanat’ta hatır sergisi olmayacağını bilirsiniz. Sanat ve sporda torpil olmaz. Olamaz. Yani çarşambadan itibaren İstanbul’da Piramid Sanat’ta izleyeceğiniz “TABÚ” başlıklı sergi, sanatçı “Che’nin oğlu” olduğu için düzenlenmedi. Sanatçı Camilo, gerçekten ilginç, yaratıcı ve soru işaretleri ile dolu bir sergi hazırladığı için açıldı. Bunun ötesinde, 1,5 yıl boyunca bu kadar zor ve sorunlu bir sergiyi uzaktan kumandalı olarak ısrarla takip edip inatla “doğurmaya” çalışırken, her türlü olumsuzluğu yenmeye uğraşırken, üzerimizdeki Che imgesinin “bir gram dahi fonksiyonu olmadı” dersek, o zaman da yalan söylemiş oluruz,  gerçekçi olmaz. Bilinçaltı da olsa, elbette Che sevgimiz mesafenin yarattığı sorunları aşılabilir kıldı.

TABU NEDEN, VE NASIL TÜRKİYE YE GELEBİLDİ??

Peki ben Camilo ile nasıl tanıştım, TABÚ ile nasıl karşılaştım? Aslında Che’ye dair bir şeyin önüme çıkması, yaşamın bir tesadüfü değildir. Ben yıllardır Küba Devrimi’nin de, Che Guevara’nın da, onun yakınlarının da, sürekli etrafında dönen bir insanım. Daha önce de belirtmiştim: 1999’da Havana Devrim Müzesi’nde açtığım “Küba Devrimi’in 40. Yılı ve Che Guevara” isimli sergi vesilesiyle, Che’nin kızı Aleida, en yakın arkadaşı, meşhur “Motorsiklet Günlükleri” günlerinden “yol”daşı Alberto Granado ve nice yakın dostu ile tanışmış, röportajlar yapıp Che ve Küba Devrimi üzerine bir kitap da kaleme almıştım. Geçen yıl da hem arşiv çalışması hem de bu kitabı yeni röportajlarla genişletmek üzere tekrar Küba’ya gittim. Orada bu sefer, Froilan Gonzalez gibi bir Che tarihçisi, Pombo gibi Che’nin en yakın silah arkadaşı ve Che’nin kızı Aleida ile tekrar görüşmek dışında, tamamen hayat tesadüfleri ile Che’nin oğlu Camilo ile tanıştım. Nasıl mı? Küba’da yapmak istediğim bir model fotoğraf çekimi için tesadüfen tanıştığım bir Türk, Havanalı bir fotoğrafçı ile buluşmamı sağladı: Luis Gell. Benim geçmişimi öğrenince de Camilo Guevara ile çok yakın dost olduğunu ve onun bir sanatsal projesini beraber götürdüklerini bana aktardı. Sonuçta ciddi bir fikir takibiyle, Centro Che’de Camilo ile tanışıp görüştük. Ardından evinde kendisi bana detaylı bir şekilde “TABÚ”yu anlattı. Çünkü “TABÚ”, yıllardır üzerinde çalıştığı bir projeden ibaretti. Önümde skeçler, desenler, bilgisayar notları ve orijinal büyük boy basılı halde projenin temeli olan erotik, birbirini okşayan iki kadının fotoğrafları vardı. Öte yandan serginin bütünü, bu tabu konusunun üstüne gidip her türlü engelleme ve hareket ve parçalanma-çözülme yöntemini kullanıp, fotoğrafların rahat algılanmasını bozmak üzerine kuruluydu. İşte bu zor projeyi o günden itibaren geliştirmek için Camilo’nun proje yardımcısı Luis Gell iki kere İstanbul’a davet edildi. Burada başta Piramid’in direktörü Öykü Eras olmak üzere Piramid ekibi bize eklenerek tüm eserlerin üretimi yapıldı. Olay saniye saniye pişen bir sabır kebabı olarak yarınki açılışa kadar gelişti.

ARKADAŞIM CHE BANA OĞLUNU EMANET ETMİŞ!

Camilo İstanbul’a eşi Rosa ile beraber geldi. İlk andan itibaren, benim için şöyle bir his oluştu: Yıllardır, her anını okuduğum için “yakın arkadaşım” olarak bildiğim Che, bana fotoğrafta kucağında baş parmağını emen oğlunu emanet etmiş, onun Türkiye’ye gelmesine izin vermişti. İşte hep bu özenle Camilo’ya sahip çıkma ihtiyacı hissettim. Bu insan 54 yaşında olsa bile!

İnsanlara önceleri yakın yüzünü göstermeyen, onların gerçek derinliklerini keşfetmeyi bekleyen, samimi ve göründüğü gibi olan, olduğu gibi görünen, dünyada hiç kimseye önden açık çek vermeyen bir insan. Bir kere herkesin en çok merak ettiği noktayı başından söyleyeyim: “Che Guevara’nın oğlu” imajını ve sorumluluğunu çok iyi taşıyor! Hatta ilk algının ardından, özellikle suratının ne kadar Che’ye benzediğini fark edebiliyorsunuz. Kendisi ile fotoğraf çektirmek isteyen insanları, elinden geldiği kadar kırmıyor. Ama asla fotoğrafçıların arzu ettiği anlamda poz vermiyor. Ne yakalarsanız doğal akışta oluyor. Futbol seyretmeyi seviyor. Ama daha çok Almanya ve İngiltere ligine yoğunlaşıyor -bizim lig onu pek sarmadı. Nedeni ise size, bize göre malum! Son derece spor ve sade giyiniyor. Ayağında hep bir sandalet... Rahatlık abidesi. Bu arada Türk çayına aşık oldu, bizler gibi günde 20 bardak içiyor, şimdiden onun adına kara kara düşünüyorum ülkesine dönünce ne yapacak diye!

TÜRK BASINININ DAR VİZYONLU KESİMİ, “HABER BEKARET”İNE ESİR!

Basınla olan temaslarında, ömründe on bininci kez yanıt verdiği sorulara karşı bile sabırlı olmayı beceriyor. Ancak izin verirseniz, Camilo Guevara’nın basın temaslarının bazı detaylarına inmeden önce, Türk basınının bir acıklı röntgenini size aktarayım: Dünyanın en önemli 3-5 soyadını taşıyan insanlarından biri, hem de bir sergiyle ülkemize gelmiş. Konusu çarpıcı. Babası sonsuza dek dünya yıldızı. Ben Camilo’yu Türkiye’ye davet eden insan olmasam, onunla röportaj yapmak için ölürüm mesela! Halbuki bizim basını ilgilendiren TEK konu, Camilo ile “ilk” konuşan olmanın komik yarışı! Yani “ben nasıl bu adamla çok ilginç bir söyleşi yaparım?” sorusu ve meydan okuması akıllarına bile gelmiyor. Olaydaki sığlık, biraz Türkiye’deki “bekaret fetişizmi”ni andırıyor! Özgüvenlerine ve bilgilerine, röportaj zekalarına güvenmeyen bu insanların tek kullanmaya çalıştıkları kredi, “ilk konuşan” olmak! Peki bunu gerçekleştirmek için ne yapıyorlar dersiniz? Arada bana telefon etmek! Tek efor da bu! Peki benim Camilo’yu, bu rüyayı gören her yayına “ilk” olarak sunmam, mümkün mü? Hayır! Onca örneği size aktarmayayım ama, şunu bilmekle yetinin: Can Dündar’ın tasarladığı evlere şenlik “Yeni Cumhuriyet” yapısıyla, sudan sebeplerle benim 30 yıllık yazılarıma ve onca başka isme dur diyen, bana iftira atan “yetmez ama evet”çi yazarlarını bile ısrarla koruyan Cumhuriyet gazetesi dahi, ciddi ciddi benim Camilo’nun ilk röportajını onlara vermemi bekliyormuş, bu olmayınca da “görüşmek istemiyoruz” (!) diyerek aradan çıkmışlar! Güler misiniz, ağlar mısınız? Neyse, bu ziyaret vesilesiyle, Türk basınının nasıl bir özgüven ve entelektüel seviye kaybı içinde yüzdüğünü bir kere daha anladım demekle yetineyim!

CAMİLO’NUN BASIN YANITLARI:CEHALET KOL GEZİYOR!!

İsmail Kahraman’ın, babası hakkında “eşkıya” demesi ile ilgili olarak Camilo, “Cehaletin kol gezdiğini ve bu sözleri sarf eden siyasetçinin kaçınılmaz şekilde kendi seviyesini belli ettiğini, ağır açık verdiğini” bilge ve sakin bir üslupla anlatıyor. “Babanızın resmi her yerde, o bir pop-ikonu, bu sizi rahatsız ediyor mu?” sorusuna da “İnsanların onu fotoğraflarından önce düşünceleriyle tanımalarını isterim” yanıtını veriyor, doğal olarak. Ben ise bu konuda ondan farklı düşünüyorum. Che’nin görüntüsünün her yerde var olmasını olumlu buluyorum. Çünkü yeni kuşak Che’nin oltasına önce o tişörtlerden ve rozetlerden düşüyor, ardından merakla yaşamına, fikirlerine yönelebiliyorlar. Yoksa dünyada, o simge statüsüne çıkamadan fikirleri dar çevrede kalan onca başka insan var ki!

Keşke Camilo “hazır tual işler ressamı” olsaydı da, İstanbul’u gezecek vakti kalsaydı! Çünkü bu sergiyi hazırlamak tam da filin üzerinde ayakta dengede durmaya çalışırken, ipliği iğne deliğinden geçirmek gibi!

TURİST CAMİLO  NOTLARIMDAN

Buna rağmen arada bulduğumuz bazı zamanlarda Camilo ile dolaşırken, onun kim olduğunu öğrenen şanslı insanlar, hemen fotoğraf çektiriyorlar. Camilo ve çok uyumlu bir hayat sürdüğü Venezuelalı sempatik diplomat eşi Rosa, Beyoğlu’ndan rock tişörtleri aldılar. Üzerinde “ABD” yazanlardan ise tabii uzak durdular! Benimle fotoğraf çektirirken onun kim olduğunu öğrenen bazı mağaza sahipleri, ona Che ve Deniz Gezmiş rozetleri hediye ediyorlar. 1999’daki Küba sergimde ve ülkenin televizyon kanalları ile yaptığım görüşmelerde, ben de Che’nin yanına koyduğum bu esmer yakışıklı gencin kim olduğunu defalarca anlatmıştım. Camilo ve Rosa, Deniz efsanesini benden de uzun uzun dinleme fırsatı buldukları için, rozetleri konunun içeriğini bilerek kabul ediyorlar! Camilo fotoğrafı gerçekten çok seviyor; etrafta her mağazada babasının görüntülerini çekerken, ben de aynı anda onun fotoğrafını çekiyorum. Toplumumuzun “normal” insanları, Che sevgileri üzerinden Camilo’ya da aynı duygularla sahip çıkıp heyecanlanıyorlar. Çok güzel sahneler gördüm ve görmeye devam ediyorum. Che’nin, çocuklarını ve genel anlamda çocukları ne kadar sevdiğini biliyorum. Aynı şey Camilo için de geçerli. Arada Piramid’de Küba’da kendilerini heyecanla bekleyen 7 yaşındaki kızları Celia Habana ile facetime’dan görüntülü konuşma yaparken ben de Tarzanca-İspanyolcamla araya girip o tatlı kıza annesinin, babasının ve büyükbabasının “amigosu” olduğumu söyleyerek hava atıyorum! Camilo’nun iştah sorunu yok ve Türk yemeklerine bayılıyor. Serpme kahvaltı, kebap, lahmacun, meyveler, et-balık fark etmez, her şey...
Size bu yazıyı ulaştırabilmek için, Piramid Sanat ekibi her zamanki gibi müzeci ciddiyetiyle çalışırken ben de onlarla masa başında ve galeride sabahlıyorum. Okuyucularımla yıllardır buluştuğum Salı gününün sabah 5’ini bulmuşuz bile!

Yapıtları tabu konusuna bir yap-boz gibi yaklaşırken, bu komplike eserlerin İstanbul’daki yapım serüvenine girişebilmemizin belki de en önemli nedeni, sadece benim bu projeyi dünyanın diğer ucundan bulup getirmem değil, aynı zamanda Piramid’in Öykü Eras gibi yarı “tatlı kaçık” bir sanat insanı tarafından yönetiliyor olması sayesinde! Çünkü normal bir insan bu sergiye bulaşıp elini taşın altına sokamaz, tüm yapıtları 10.340 kilometre öteden, bu topraklarda üretmeye kalkışmaz! Kanıtı şu: Camilo bile 10 yıl boyunca bu projeyi ancak teoride bırakmış! Sergiyi ziyaret ederken ortada hala bitirilmeye çalışılan bazı parçalar görüp de homurdandığınızı yakalarsam, vay halinize! “TABÚ” zaten henüz tamamlanmamış, önü açık bir proje!
Ben bu duruma biraz fazla alıştım galiba. Che’nin sevgili oğlu, -hem de en sevdiği cephe arkadaşı, devrimden 10 ay sonra bir uçak kazasında kaybolan ünlü 3. Comandante Camilo Cienfuegos’un anısına “Camilo” adını verdiği gözbebeği- burada kah Piramid Cafe’de, kah Beyoğlu sokaklarında bizimle beraber zaman geçiriyor. Bu gerçekten güzel bir onur. Bizler için, ülkemiz için, sanat ve siyaset ortamımız için. “Bunun değerini Camilo ayrılınca anlayacağız” demiyorum, çünkü bunu her an içimizde hissediyoruz.

KOLAY MI CHE’NİN OĞLU OLMAK!

Evet, doğruyu söylemek gerekirse, “Che’nin oğlu olmak zor be kardeşim!”. Nazım’dan yardım istiyorum, güzel dizeler yazardı bu konu hakkında! Zaten Camilo da gelir gelmez Nazım’ı sordu, “babam ondan alıntılar yapardı” dedi gururla. Ama Küba’nın bu çok özel insanı, durumu donanımıyla, bilgisiyle, kültürüyle, bilgeliğiyle rahatça idare etmeyi biliyor! Onunla oluşturduğumuz dostluğun, Guevara ailesinin tarihinde güzel bir yer edineceğine inanıyorum. Camilo’nun 10 yıl boyunca askıya aldığı rüyasının Türkiye’de gerçekleştiğini, eminim torunları da uzun uzun konuşacaklar.
Küba dünyanın sürekli ilgi odağı kalmayı başaran bir merkez ada! Dünya merkezi, fazla değil! Adayı bekleyen değişim rüzgarının hafif hafif de olsa başladığını hepimiz biliyoruz. Herkeste gizliden bir telaş var, “adaya fazla bozulmadan”, Starbucks ve Mc Donald’s saldırısına uğramadan gitmek... THY de direkt seferlerine başlamak üzere olduğuna göre, kim tutar sizi!

Post Date: 25.10.2016
Share on