CHP, kim ne derse desin, Türkiye’de siyasi partiler arasında demokrasiyi yaşama geçirmeyi deneyen tek parti.
Açık konuşalım bugünkü sağ partilerde demokrasi zaten yok. MHP’ye ve AKP’ye bakarak bunu rahatça söyleyebilirsiniz. Sol partilerin de eskiden beri -mesela DSP- demokrasi konusunda sınıfta kaldığını biliyoruz. Sosyalist partilere gelince, o konuya hiç girmeyelim! Genel olarak işleyen bir demokrasi öncelikleri arasında yer almaz. Bunun yerine partilerin sürekli olarak isimleri değişir veya ikiye üçe bölünürler.
CHP, BU GENEL BAŞKAN SEÇİMİNDE, YAKIŞIKSIZ METODA NASIL GEÇMİŞTİ?
Kimse yadsıyamaz ki, dışarıdan fokurdayan kazan olarak nitelenen CHP aslında herkesin içinden gıpta ederek baktığı bir demokrasi yatağıdır ve bu ezelden beri böyledir. Fakat ne ilginçtir ki son 20 yıldır CHP içinde yaşanan fikir ayrılıkları, iktidar veya genel başkan arayışları hep sancılı geçer. Genel görünüm şudur: “Tanrım neden bu işler böyle? Evet teorik olarak demokrasiyi sevmem lazım ama ben de her Türk gibi aslında demokrasiyi sevmiyorum, severmiş gibi yapıyorum ve bu konuda makyajım her yerden sapır sapır dökülüyor”. CHP Genel Başkan seçimlerinin antidemokratik bir yapıya dönüşmesinin kritik virajı, 2003’te benim aday olduğum Kurultay’da yaşananlardı. Burada tekrar ediyorum, yine anlatıyorum: Benim sürdürdüğüm uzun kampanya ile ilk defa tanışan Baykal, (Benim 2003 adaylığımdan önce adaylar Baykal’a karşı son iki günde ortaya çıkarlardı) grupta yaptığı konuşmada “Bu nasıl bir tüzük! Bakın Erdoğan’a karşı kimse aday çıkarmıyor, bizde nasıl çıkabiliyorlar bu kadar kolayca, bu böyle mi kalacak?” diye parti içi demokrasinin alfabesinden şikayet edince, o yıl CHP tüzüğü kalıcı bir yara aldı. Seçime iki saat kala, adaylık için gerekli imza sayısı, %5’ten, %20’ye çıkarıldı. Daha da kötüsü, bu imzaların, Kurultay’da, divan önünde atılması şartı getirildi. Daha daha kötüsü, her delege, yalnız bir adaya imza verebiliyor hale geldi. Daha önce, bir delege, beğendiği birden fazla adaya imza verip her birinin projelerini adaylık konuşmalarında dinleyebiliyordu. İmza “oy” anlamına gelmiyordu. Halbuki şimdi her delege tek adaya imza verebildiği için, her imza “açık oy” haline dönüşüyor. Halbuki tüzüğe göre başkan seçimi gizli oy, açık tasnifle yapılıyor. 2003 tüzük iğfalinden beri ise artık o seçim açık oy, açık tasnif haline dönüşmüş durumda. Her imza ve her oy aynı anlama geliyor. CHP Kurultayı’nda 2,5-3 yıl önce, Kılıçdaroğlu döneminde yeni tüzük rötuşları devreye girdiğinde, bu ağır çelişkiyi teşhir eden kürsü konuşmamdan sonra, Atilla Sav eleştirileri kabul edip “ben de ikaz etmiştim zaten” diyebilmişti. Genel Başkan seçimi o günden beri iflah olmadı. Şimdi CHP’nin şikayet ettiği “maç sürerken kaideler değişir mi?” yaklaşımı, işte ilk o günlerde benim yorumlarımla gündeme geldi. Hatta ben o günlerde olup biteni şu sözlerle özetlemiştim: “Sırıkla atlamak için koşuyorsunuz, havaya yükseliyorsunuz, fakat siz havadayken birileri çıtayı o anda daha yükseğe çekip size hayatınızın kazığını atıyor!”.
Hatırlayın son kurultayları: Bir kere zar zor Muharrem İnce aday olabildi. Mustafa Balbay ve Umut Oran aday olamadılar. Evvelsi gün de Muharrem İnce yine adaylığı sorulduğunda kendisi açıkça “konumuz aday olmak değil, 130 imza alabilmektir” diyerek sıkıntıyı tekrar dile getirmiştir.
BAYKAL’DAN KILIÇDAROĞLU’NA, “TEK ADAM”LIK DEĞİŞTİ Mİ?
Peki neden CHP’de, gerek Baykal döneminde, gerek şimdi Kılıçdaroğlu döneminde aday olmak istemektedirler? Bu yalnız liderlik merakı ile açıklanabilir mi? Kesinlikle hayır! Maalesef CHP kendi demokratik devrimini tamamlayamamış, 2010 yılında somut olarak sunduğumuz Demokratik Tüzük Devrimi’ni hala içine sindirememiş bir parti konumundadır. Doğruyu söylemek gerekirse gerek kamuoyundan, gerek parti içinden hakkında sayısız şikayet gelen Baykal tek adamlığı, hiç beklenilmedik şekilde yerini Kılıçdaroğlu tek adamlığına terk etmiştir. Bu sözlerin abartılı olmadığını görmek için MYK’nın nasıl tek adam tarafından seçildiğini veya Ekmeleddin İhsanoğlu fiyaskosunun Kılıçdaroğlu tarafından nasıl CHP’nin resmi adayı haline bir saniyede dönüştürülebildiğini görmek yeterli olur. Kılıçdaroğlu’nun kırmızı listesine girmek istemeyen kurultay delegeleri, başkan adaylarına imza vermemiş veya Emine Ülker Tarhan’ın başkanlık adaylığı da, 20 milletvekilinin desteğini bulamamıştır. Bunun da ötesinde Kılıçdaroğlu, çekinmeden “konuşan öğrenciyi sınıftan, kopya çeken öğrenciyi okuldan atarım” diyen bir lise müdürüne benzemekten çekinmemiştir. CHP Genel Başkanı, bu tavrının ne kadar yıkıcı, yalnız parti için değil tüm seçmenler açısından ne kadar moral bozucu olduğunu görememiştir.
“İDAM İSTERÜK”ÇÜLER; “İNFAZ İSTERÜK”ÇÜLERE KARŞI!
“Bir-ikisini Taksim Meydanı’nda sallandıracaksın, bak sonra konuşabiliyorlar mı?” mantığını uygulamak istercesine, Fikri Sağlar’ın apar topar “kesin ihraç talebiyle” disipline verilmesi, Kılıçdaroğlu’nu partide iktidara taşıyan “parti içi demokrasi” umudu ve rüzgarının yok oluşunun kanıtıdır. Nasıl Aylin Nazlıaka sorununda yapıcı bir kriz masası kurulamamışsa, bu sefer de aynı acele ve infaz merakı, Sağlar için devreye girmiştir. Sonuçta Kılıçdaroğlu, kendisini Genel Başkan yapan vaatlerinin çok gerisinde kalmıştır. Belki bu “infaz” merakının bir nedeni de, Baykal krizi yaşanırken kendisini parti içi iktidara taşıyan güçlü isim Önder Sav’ı, makamına eriştiği saniyede harcamış olması yatmaktadır. “Beni bu noktaya taşıyan kimseye borçlu kalmak istemiyorum” un derin felsefesi...
Ne kadar acıdır ki, aynen “idam isterük” naraları atan AKP ve MHP’nin faşizme meraklı alt katmanları gibi, CHP içinde Başkan’a yaranmak isteyen sayısız isim de, bu terminatör tavra yeşil ışık yakabilmektedir. Partiler, kraldan fazla kralcılarla doludur. Parti içi muhaliflere karşı yürütülen sert politikaya karşı çıkan Baykal’da, “CHP, bu şekilde baskılarla yönetilemez” derken, kendi Politbürosu ile ne baskılar ve eksen kaydırmaları yaşattığını unutmuşa benzemektedir. Onun tek adamlığına son vermek üzere başkanlığa taşınan Kılıçdaroğlu, son yıllarda giderek sanki Baykal’ın kötü taraflarını alarak ona benzeme yolunda mesafe kat etmiştir.
Geçtiğimiz günlerde Baykal, Muharrem İnce, Fikri Sağlar grubuna eklenen Selin Sayek Böke de, birden dün sözcüsü olduğu partinin şimşeklerini üzerine çekebilmiştir. Aslında işin en acı tarafı, bu muhalif seslerin Saray ile ilişkide olduğunun iddia edilebilmesi, hemen olayda Erdoğan veya Amerika’ya kadar varabilecek komplo senaryolarının değişik üsluplar da, Başkan veya onun yakın adamları veya örgütteki sosyal medyacıları tarafından gündeme taşınabilmiş olmasıdır. Esas CHP’ye yakışmayan budur! CHP’de üst yönetimden memnun olmayan lider adayları veya bazı grupların harekete geçmesi, parti içinde gayet doğal karşılanması gereken durumlardır. Öte yandan mesela İnce’nin, Saray ve benzeri iddialara karşı gayet anlaşılır sert tepkisi, Bülent Tezcan’a göre “partinin ihtiyacı olmayan” üsluplardır. Tabii Genel Merkez, aslında bu sert yanıtı tetikleyen kendi iddialarıyla yüzleşip esas o noktada partinin böyle abartılı bir polemiğe ihtiyacı olup olmadığını sorgulayarak, aynaya bakmalıdır.
HALK, CHP’YE YENİ, İKTİDARA OYNAYACAK, ATATÜRKÇÜ BİR LİDER ARIYOR
Benim bu sözlerime karşı çıkan okurlar veya CHP örgütü üyelerine çok somut bir ev ödevim var. Lütfen sokağa çıkın ve yürüyen insanlara, bakkallara, taksi şoförlerine, öğrencilere, sanatçılara şu soruyu sorun: “CHP’nin bir liderlik sorunu var mı?”. Size göre yoksa, emin olun ortaya çıkacak yanıtlara çok ama çooook şaşıracaksınız! Yani parti içinde “Başkan’dan ve birbirimizden ve izlediğimiz tüm siyasetlerden memnunuz” yorumlarını çekinmeden her yerde tekrarlayanların, acilen sokağa çıkıp gerçeklerle yüzleşmeleri lazımdır. Bu yüzleşme, koltuk koruyan örgüt üyeleriyle ve makam koruyan milletvekillerinin duruma olan yorumlarından çok farklı neticeleri taşır meydana.
CHP’de farklı bir üslupla halkı arkasına alıp ikna ederek pastayı genişletmek isteyen lider adayı, şu ortamda gerçekten büyük destek bulabilir. Çünkü ortada zaten bu yönde esen büyük bir rüzgâr var halk masaya yumruğunu sert vurabilen, azı laf yapan, güvenilir ve Atatürkçü bir lider istiyor. Öte yandan da kesinlikle partinin artık iç arayışlarının sosyal demokraside yeri olmayan faşist tavırlarla yok edilmesini de kabul etmiyor. Uzun lafın kısası: Kamuoyu dışarıdan CHP’yi, CHP’nin kendisini içeriden gördüğü gibi görmüyor! Ortada bir uçurum var! Hem de kocamannn!
MUHARREM İNCE’NİN ADAYLIĞI HAKKINDA
Muharrem İnce, ağzı laf yapan, halkın gözünde çıkışları prim yakalayan, nüktedan ve somut veya esprili örneklerle güzel konuşan bir siyasetçi. Ancak geçmiş hatalarından ders alıp almadığını bilmiyorum, henüz bu yönde bir tespitim olmadı. İnce hala kendi kadro hareketini güven verecek şekilde kuramıyor, yalnız adam görüntüsünden ileri gidemiyor ve CHP’li arkadaşlarla güven verecek bir ortaklık arayışı sürdüremiyor. Bu nedenle geçen sefer adaylığını sonuca ulaştıramadığı gibi, şu anda da parti içinde veya seçmenler düzeyinde, altı ok bağımlılarına güven vermekten uzak. Emin olun bunun nedenini ben de bilmiyorum. Tecrübesizlik desem, artık oraları aşmış olması lazım. Bunun önemini bilmiyor desem siyaseti bırakması lazım. Kimseyi ikna edemiyor desem, o zaman zaten geçmiş olsun, demek ki başkanlık karizması yok... Büyük ihtimalle bunların hiçbiri değil. Belki İnce, “kimseye ihtiyacım yok” gibi biraz aşılmış olması gereken ben merkezci egoya yenik düşüyor. Yoksa İnce birçok çıkışında haklı! Yedi yılda parti sözcülerinin ve genel başkan yardımcılarının sürekli değişmesi, laik kesimin yaşadığı özgüven eksikliği, bugünkü lider ve ekibinin, aynen Baykal örneğinde olduğu gibi yenilgilerden kendilerine hiçbir pay çıkarmamaları konularında tamamen haklı. Ama İnce’de en basit dayanışma hatları oluşturma güdüsü, stratejisi, çabası yok. Hatta sanki böyle bir konu yok İnce’nin kitabında! TV’lere, gazetelere çıkıp, şikayetleri güzel sözlerle toparlamanın her şeye yeterli olduğunu sanıyor. Burada ciddi ve ağır bir ikazı yapmaya mecburum: Geçmişte de, İnce aynı tavırla “Ben Kılıçdaroğlu’na karşı adayım” diye tek başına, kimselerle yan yana gelmeden, Parlamento içi ve dışından ekip oluşturmadan, tek bir ağaç gibi ortaya çıkmış, bir süre sonra da “olmuyor, ben vazgeçtim” şeklinde konuyu kapatıvermişti. O günlerde de yoğun şekilde eleştirdiğimiz bu yanlış tavır, başka adayların da çıkmasına mani olmuştu. Şimdi İnce’ye soruyorum: Sayın dostum, niyetiniz, bu sefer de bir heyecan dalgalanması yaratıp, başka adayların çıkışını durdurup, ardından çekilmek mi olacak, yoksa olayın gerektirdiği boyutlarda bir parti içi diyaloga ve yapılanmaya, gerçek bir Genel Başkan adayı gibi gidecek misiniz? Konu heyecan yaratmaksa, çok başarılısınız. Ama ya devamı? Bu sorunun yanıtı, şu anda İnce’nin kanal kanal gezerek yapacağı televizyon sunumlarından çok daha önemlidir. Eğer aynı geri dönüş tavrını gösterecekse, adaylığını koymaması çok daha yerinde bir karar olacaktır.
Süren bu tartışmalarda, benim Kılıçdaroğlu’ndan gelen en önem verdiğim cümle, “Parti Genel Başkanı Cumhurbaşkanı olmamalı” açıklamasıdır. Gerçekten de, CHP %49-52, her neyse HAYIR oyu kullanan seçmen sayısı, onların hepsine hitap edecek aday ismi, normalde CHP Genel Başkanı olmamalıdır. Bu açıdan, bu konuda Kılıçdaroğlu ile aynı şeyi düşünüyorum. Geçen yazımda da Yılmaz Büyükerşen ve ilhan Kesici isimlerini bu nedenle gündeme taşımıştım. Yani CHP adayının durumu, Erdoğan-AKP ilişkisi durumundan çok farklı!
TOPARLARSAK:
Referandum sonrası CHP’nin o yoğun eleştiri alan ilk gece (ve ötesi) tepkisizliği, Kılıçdaroğlu’nun basının sorularına bile cevap vermeden mağlubiyeti ve oldu bittiye getirilerek dayatılan sonuçların ardından doğal akışta “atı alanın Üsküdar’ı geçmesi”, kamuoyunda ciddi bir tepki ve rahatsızlık yaratmıştır. Halktan gelen yoğun baskıların da arttırdığı muhalefet dozu ile oluşan tepkilerin ardından CHP yönetiminin sertleşmesi ve kendi içinde bir bilanço oluşturmak yerine, ihraç mekanizmalarını çalıştırmaya karar vermesi, aklı selim davranışlar değildir. Aynen, Baykal’ın, daha AİHM süreci başlamadan-bitmeden sonuçları toptan kabullenip, sanki tek sorun buymuş gibi “aday saptama” yöntemleri üzerine tetiklediği tartışmalar gibi...
Kendisine güvenen her CHP’linin, Başkanlığa adaylığını koyma hakkı vardır. Genel Merkez’in bundan rahatsız olmaması, kendi performansını masaya yatırması lazımdır. Öte yandan, Fikri Sağlar gibi yıllardır sosyal demokrat partilerde, Özal döneminden beri mücadele veren bir ismi hemen radikal kararlarla partiden ihraç etmek şık durmayacağı gibi, bu haksızlık yine bir çok kararsızın ve “%49” seçmeninin partiden uzaklaşmasına neden olur. Yüksek Disiplin Kurulu, acilen Parti’nin köklerini hatırlayarak, bu infaz talebini durdurmalı, konuyu tatlıya bağlamalıdır.