(Bu makale, Baykam’ın 9 Nisan 2013 Salı günü Cumhuriyet’te yayınlanan köşe yazısının genişletilmiş “toplu yanıt” halidir!)
Siz, yazılarımı takip edenler, geçen haftadan konuya hazırlıklıydınız ve içeriğini biliyordunuz. Türkiye ise aynı New York sergimi sansasyonel haber ve yorumlarla medyadan öğrenirken tahminimin ötesinde akıl tutulmalarına uğradı. Bunu bekliyor muydum? Evet. Depremin şiddetini öngörmüş müydüm? Hayır! Bu kadar abartılısını beklemiyordum!
Olay ülkede konuya muhatap olanlarca nasıl yaşandı, hissedildi, onu bilemem ama dışarıdan nasıl göründüğünü çok iyi biliyorum: Soğukkanlılığını kaybetmiş insanlar, verilen olağandışı tepkiler, kimi zaman traji-komik yorumlar. “Aman ben de bu konuda konuşmaktan geri kalmayayım” diye sağdan soldan aldığı duyumlar üstüne heyecanla köşe yazısı yumurtlayan yazarcıklar, televizyonda bu konu üstüne haftalık gündemini kurmaya yeltenen sunucular, sunulan işin özgün olmadığını kanıtlamaya çalışan internet Sherlock Holmes’ları, “twitter sataşkanları”, uzun lafın kısası paniklerini, cehaletlerini veya kıskançlıklarını dört bir koldan ortaya döken değişik meslek grupları...
Yurt dışında bu yaşanan “fenomeni” anlamaya çalışan beyinlere “efendim bir sanatçımız boş çerçeve sergilemiş, o yüzden ülkenin kimi bölgeleri karıştı” deseniz, bunu bir Charlie Chaplin filmi veya sürrealist senaryo zannederler. Dışarıdan acı acı gülümseyerek baktım bu sahnelere. 100 sene sonra bu “olay”ın bıraktığı izlerin nasıl anekdotik ve romantik-mizahi görülebileceğini çok iyi hissettim de, bir de kendi zaman dilimimizde (ha mesela, daha yaşarsak) 20 sene sonra bu algının ne olacağını merak ettim.
Önce konuya iyi yönünden bakalım. Ülke bir haftadır avangard sanatın kendi içsel sanat tarihsel ve güncel sorunlarıyla ve varoluş metodolojisiyle çalkalanıyor. Yazarlar, yorumlarına bilgiç hava verebilmek için Damien Hirst, Jeff Koons, Andy Warhol veya Marcel Duchamp’ı internetten araştırıyorlar. Herhangi bir haftalık AKP geri vites hamlesi yerine “boş çerçeve”yi konuşuyorlar. Ama bir tek şey kesin: Sunduğum sanatın ötesinde, yaşanan “durum” her şeyden daha özgün! Dünyanın hiç bir ülkesinde bir sanatsal hamle ve onun ilk satışı bu kadar sinematografik toz kaldıramaz veya bu kadar farklı kesimleri aynı “linç” hamlesinde buluşturamaz. Belki 30 yıl kadar önce, New York’ta Julian Schnabel’in kırık tabaklarla yaptığı dev soyut resimlere “Rauschenberg zaten herşeyi yapıştırmamış mıydı?” diye saldıran gürüh bu kadar ani damardan ses çıkarmıştı, kimbilir... Ama onlar bile sanat dünyasının içinde kalmıştır herhalde.
Bizim halkta, aynen kovboylar arasında yaşandığı gibi, bu linç kültürüne çok meraklı vardır. Diş geçirebileceklerine inandıkları ve reklam kaçırtmayacak hedeflere en alakasız kesimler toplu hücuma geçerler. Ben bu filmi önceden de gördüm. Bu da “This Has Been Done Before” tanımlamasının içindedir. Kimi solcular, sağcılar, enteller, yobazlar, sanat düşmanları artık ortak hedefe kitlenmişlerdir ve atış serbesttir. Aslında bunu daha önce de şahsıma yönelik defalarca denemiş ve sınıfta kalmışlardır. Hatta derimin setleşmesine, dayanıklılık genimin sağlamlaşmasına neden olmuşlardır. Ama illa ki aynı tavıra tenezzül edeceklerdir! Bu da Trevanian’ın küçük adam tarifi ile, “uyumlu kalma gereği”dir (!) tarihsel olarak herhalde... Bu arada, aramızdaki bazı rahatsızlıklara rağmen, kendisine sunulan provokasyon tuzağına düşmeyen Beral Madra gibi sağ duyusunu kullanan isimler de olmadı değil. Sunucunun çerçeveci ile kendisini paslaşmaya sokup, erişmek istediği “skandal” çığırtkanlığına yem olmadı Madra...
Peki, bu toplu saldırı çabalarına kızıyor muyum? İnanın kızmıyorum. Ne demiştik? Bu ülkede yüz bini aşkın camii inşa ederken tek modern müze yapmayan hükümetler sorumludur bu seviyeden. Sonuçta, ülkemin en entel haber kanalında en havalı genç programcı, hem de Londra’dan konuyu sunarken programına bir çerçeveci çıkarıp toplum önünde, en basitinden Warhol’un on milyonlara satılan “1” dolarlık konserve kutusunu veya Jeff Koons’un “paha biçilemeyen” olağan elektrikli süpürgesini düşünemeden maliyet hesabına giriyorsa (!) inanın bu durumdan son 60 yılın hükümetleri sorumludur. Kendisini tüm patinajlarıyla affediyorum ve mazur görüyorum. Bir konu dışında: Bana bir taş daha fırlatabilmek için, kendisini bugün bulunduğu statüye çıkaran Kemalist devrime dil uzatış tarzındaki bayağılık biraz dehşet vericiyse de, bu da liberalizmin iflas bayrağının zirve zırvalarından biri olsa gerek. Bu tavırların ne yazık ki günümüz iktidarına yaranmaya yaradığı savı da, hepimizin bildiği gibi, artık çöktü. Bu nankörlükten de öte, bindiği dalı kesme sendromudur.
Yapıtımın özgün olmadığını kanıtlama peşindeyken bir çelişkiden diğerine koşan, ne yapıtın özelliklerine, ne söylemine, ne yapıtı sunan yazarların tezlerine bakmadan ister müstehzi bindirmeler, ister salyalı geçirmeler peşinde koşanları da mazur görebiliyorum. Çünkü bir ölçüye kadar dünyada hep böyle olmuş, ciddi boyut kazandıran her yeni hamle benzer şekilde aşağıya çekilmeye çalışılmıştır. İşin gerçeğinde ise “Siyah Kutu” açtığı tartışma alanı ve farklı yapısıyla şu anda doğduğu hafta ülkenin en bilinen sanat eseri statüsüne terfi etmiştir.
Tabii İstanbul sanat yaşamınının kimi saldırgan, biberli dillerine de laf aramızda sormak istiyorum: Demek her şeyden önce, İstanbul Dükalığı’nda, başta kendi gruplarınız tarafından icra edilen tüm modern, çağdaş, güncel sanat eserlerinin, geçmişte 160 yıldır sergilenen hiçbir şeye benzemeyen tepeden inme, özgün, orjinal, benzersiz, tekil yapıtlar olduğunu söylüyorsunuz! Yani Venüs veya Mars’tan inmişcesine benzersiz ve özel... Biraz ciddi olun, dersinizi tekrar çalışın gelin: Bizler, “This Has Been Done Before” döneminde yaşamını sürdürmeye mahkum edilmiş, post-modernizmin 21. yüzyıla devrettiği malum kuşağız. Önce ayağınızı bu konuda yere basın. Ardından “Siyah Kutu”yu eleştirecekseniz, onu da deneyin, ama bu kadar ilkel metodlarla değil. Verdiğiniz 40 örnek, birbirini iptal eden ve kendi tezinizi çürüten bir dizi oluşturuyor; onun bile farkında değilsiniz. Ortaya koyduklarınız ne fizik olarak, ne gerekçe olarak, “Duchamp Kıskançlıktan Çatlardı” sergisinde sunduğum işlerin yanına yaklaşmıyor. İşimin duvara konmuş bir boş çerçeve ile ilişkisi yok. Çift taraflı, 360 derece etrafında gezinebileceğiniz, her anı ve açısının görüntüsü diğerinden farklı bir zaman-mekan çerçevesinden söz ediyoruz. Burada ana gerekçe, oluşan değişen her anlık geçici görüntü ve bunun sanat mekanını Duchamp tekrarcılarının nesne takıntısından, "obsesyonundan" kurtarıp uzama ve sağladığı binbir açıyı görmelerini sağlamak. Yani projenin söylemi ve gerekçeleri çok açık. Tarihin sayfalarından arayıp bulup koşarak burnuma dayadığınız, birbirinden 30-50-70 sene farkla sunulmuş duvara yaslanan “boş çerçeve”lerin her birinin kendi döneminde farklı bir gerekçeleri olduğu gibi... Burada da gülünçlüğünüzle yüzleşmeniz için iki soru sormam lazım: Mesela Arnulf Rainer 1951’de, İmi Knoebel 1968’de, Gerold Miller 1999’da o boş çerçeveyi koyduğu zaman, heyecanla daha önceki örnekleri koşup önlerine dayadınız mı? Veya ülkelerinde gazetelerde “kooş, skandala koş, bak şu rezalete!” diye kampanyalar oldu mu? Hem de bu örnekler direkt olarak duvara konmuş boş çerçeve olmasına ve birbirleriyle o kadar iç içe geçmesine rağmen! Yoksa bu “sizlere özel”, Bedri Baykam’la olan bitmez hesaplaşmanızın bir yeni cerahat akıtması mı? Bilmem, farklı web sitelerinde kafalarına göre bana bir biyografi reva görüp atışa geçen ve her halleriyle zavallılık ve acıma hissi uyandıran güruh, ne kadar “pathetic” (buyrun lugata bakın-tam tercümesi zor-içler acısı türünden) duruma düştüğünün farkında mı? Biryapıtın orijinalliği yoksa zaten ilgi çekmez. Söylemi ve maddesel özelliklerine kadar başka bir işin “kopyası” ise, bu da zaten hemen ortaya çıkar. Ama bu yapay hafiyeliklerle ortaya döktüğünüz örnekler mantık olarak birbirini iptal eden bir silsileyse, yeni taktik arayışlarına girmeniz lazım. Medyada, kuytu sanat ortamlarında veya yobaz bölgelerde bulunan “Bedri Baykam düşmanları”nın örgütlenip dernekleşmesi bir çıkış yolu olabilir.
Eseri Ülker’e satışımı ve bedeli fazlasıyla dile getirenlere ise fiyatların normalliğini, (yabancı ünlü yaşıtlarımızın çoğunun onda biri ya da yüzde biri!) ve bu mesleğin alfabesini hatırlatırsam: Bu rakam sanatçıya gelene kadar galeri, vergi ve dev masraflar arasında fazlasıyla paylaşılır. Bunun yanısıra, Murat Bey’in medenice görüşmek istemesi ve önyargılar dışında sohbetimizin geldiği noktada, eser talebini geri çevirmek, şık veya demokratik olur muydu? O zaman malum çevreler bu tavıra “aferin” mi derlerdi? Yoksa “bu ne ilkellik” diye yine saldırırlar mıydı?
Öncelikle üç noktayı vurgulamalıyım: Birincisi, fikirlerimi satın alacak para birimi yok ve olmayacak. Satın alınsam burada yazmaya devam etmezdim. Ben ne sıfatlarım ne de yazılarım açısından değişmediğime göre, olsa olsa Ülker’in insanların kafasındaki algısında bir değişiklik olabilir. İkincisi, şu hayatta yanıtını veremeyeceğim hiçbir şey yapmam. Üçüncüsü, hergün demokrasi-uzlaşma kültüründen söz edenlerin, bazı diyalogların dağıtabildiği sislerden nasıl bu kadar rahatsız olduklarının getirdiği mizahi çelişki, bu vesileyle tespit edilmiştir.
Bu ülkenin siyasal kritik fay hatlarıyla ayrılmasına ben neden olmadım. Tam tersine 25 yıldır bu konuda tüm ikazları zamanında yapanlardan biriyim. Bu süreçte ülkede yaşam tarzları, markalar, kentler, mahalleler birbirinden farklı iki kesime ayrıldıysa, buna neden olan siyasiler utanmalı! Bir röportajda bu ayrımları simgeleştirirken verdiğim bisküvi örneğinin nedeni de ben değilim. Bir tespit yapmıştım o anda. Benim de hangi “tarafta” olduğum zaten herkesin malumuydu.
Ülker grubunun “imajı” neden muhafazakar tarafın temsiliyetine kaydı? Bunu ben tabii ki bilemem. Ama sonuçta Ülker’in benim de yazdığım gazeteye ve başka Atatürkçü mecralara ilan vermesi, çağdaş sanata destek olması, tabii ki kafamda doğal soru işaretleri uyandırmıştı. Murat Bey’in davetini kabul etmem ve 3-4 aya yayılan diyalogumuz, aramızda bir alış-veriş olmadan da önyargılarımı sorgulamama neden oldu.
Benim mantığıma göre bir “Yeşil Sermaye” grubu, her düşünceden yayına ilan vermez, çağdaş sanat toplamaz veya benim gibi tescilli Kemalistlerle tanışmaya kalkışmaz. Ülker hakkında toplumsal algılamadaki yargının tanıştığım ve üzerine düşündüğüm kurumun gerçekleriyle örtüşmediğini gördükten sonra, önümde iki seçenek vardı: Ya “hayır, ben ne olursa olsun daha önceden bana zerkedilen görüşlerden uzaklaşmam” diyecektim ya da karşılaştığım gerçeklerle düşüncemin beni taşıdığı noktayı içselleştirmeye çalışacaktım. Hangisi daha dürüst ve demokratik, siz karar verin. Bu düşünce değişimi de aramızda herhangi bir alış-veriş olmadan gerçekleşti. Zaten siz bana söyleyin, bugün adını bile anmak istemediğimiz şeriatçı yayınları yapanlar, burada aktardığım tavırları sergilerler mi? Tabii bu noktada yapmam gereken bir temel hatırlatma daha var: Ülker, benden önce onca başka sanatçıdan eserler aldı. Başta Doğançay ve Ömer Uluç olmak üzere. Yani tüm bu sanatçılar anti-Kemalist miydi de Ülker’e resim sattılar ve yine de yer yerinden oynamadı?
Benim bu ülkede ezelden beri sergilediğim siyasi tavır ortada. Bu tavırda ne son dört ayda bir milim yörünge kayması oldu, ne de yaşadığım müddetçe olacak. “Satın alınan” biri, farklı bir yayına geçer, dili, savları, tarihsel analiz mantığı değişir. Yakın tarihimizde bunlardan kaç tane gördük, lütfen anımsar mısınız… Medyada ideolojisini kaybedenler, parlamentoda “fırıldak” gibi dönenler ve daha niceleri... Demek ki utanmadan benim “kendimi sattığımı” ortaya yayan ve hayatlarının toplamında benim hergün aldığım siyasi risklerin köşesinden bile geçmemiş köşecik yazarlarının sözlerinde hiçbir ciddiyet yok. Olsa olsa biri kalkıp o yapıtları satın alana diyebilir ki “ya, biz sizi böyle bilmiyorduk, demek siz söylenildiği gibi katı bir düşünce yapısı taşımıyormuşsunuz”. Yani ortada illa bir değişimden söz edilecekse, bu alıcının toplumca varolduğu sanılan yörüngesinin değişimi, yerine kendisi tarafından oturtulmasıdır.
“Biz sizi böyle bilmiyorduk” cümlesini, ben de çok duydum. Nasıl mı? “Biz sizi tanışmadan önce, hep burnu havada kendini beğenmiş biri zannederdik” diyen yüzlerce insan çıktı karşıma. Neden mi? Herhalde şöhretin illaki böyle öğelerle paralel geldiğine inanıyorlardı! Ya da sağ kesimlerden olup henüz tanışmadan, sırf ödünsüz laikliği savunduğum için beni “dinsiz-din düşmanı-kafir” olarak niteleyenler yok mu? Tabii ki var. Sürüyle. Zaten bu nedenle bıçaklanmadım mı? İşte bu ortamda benim elimdeki verilerle bir insan veya bir grup hakkında görüşüm değişiyorsa, inatla aynı noktada kalırsam, bana “din düşmanı” diye saldıranlardan ne farkım kalır? Hiç. Bu ne dürüst ne medeni ne de demokratik bir tavır olurdu. O nedenle bu diyaloga evet dedim. Bugün olumlu intibalar aldığım bir grup, adı ne olursa olsun, yarın beni hayal kırıklığına uğratırsa, tabii ki tavrım o zaman da değişir. Bu genel bir hatırlatmadır. Çünkü kimse kimsenin geleceğinden sorumlu olamaz.
Ama ilginçtir ki, hemen istisnasız herkesin hergün “demokrasi-barış-uzlaşma-beraber yaşama kültürü”nden söz ettiği bir ortamda, bu sözleri gerçekten inanmadan sarf edenler, bu dostluktan sivilce çıkardılar ve bunu bana veya Kemalizm’e saldırmak için vesile olarak kullanmaya kalktılar. Buna yanıt vermeye bile gerek yoktur. Bu çelişkileri izah etmelerini beklemek, saflık olur. Sonuçta elimdeki verilere göre daha önceki yargımı sorgulayabilmiş olmam ve bunu kamuoyuna açık yapmam, belki ülkemizde gerekli toplumsal barış ortamına geçişin doğal bir şartıdır. Şeffaflığımın ifadesidir. Bu nedenle hareketimin bu yönden örnek getirisini de, bu yaşananların en olumlu yanı olarak görüyorum.