Venedik Bienali için eşim Sibel’le İtalya’daydım. Venedik Bienali 1895’ten beri sanatın dünyadaki en büyük buluşma yeri. Bu organizasyon ilk olarak Kral Umberto ve Kraliçe Margherita’nın 25. gümüş yıllarını kutlamak üzere organize edildi. 1907’den itibaren, yavaş yavaş farklı ülkelerin kendi pavyonlarıyla fuarda yer almalarıyla birlikte, global bir arenada, ulusal temsiliyet kavramı şekillenmeye başlamış. 1930’da organizasyonun kontrolü Venedik Meclisi’nden faşist ulusal hükümete geçmiş ve sırayla diğer sanat dalları eklenmiş. İkinci Dünya Savaşı’nın kitlesel katliamlarının ardından 1948’den itibaren -Avrupa ülkeleri başta olmak üzere- birçok devlet, dünyaya hakim olan karanlığın sanat diyaloglarıyla iyileşebileceğini, doğru iletişimin doğru hatlar üzerinden kurulabileceğini düşünmeye başladılar. Bienal, o tarihten itibaren yeni çehresine kavuştu. Yine o yıllarda UNESCO’nun başlattığı International Association of Arts’ın (IAA) da hedefi aynı doğrultudaydı ve kurucuları arasında Magritte, Braque, Giacometti, Marie Laurencin, Miro gibi dünyanın en önemli sanatçıları vardı. 2015-2023 arasında bu örgütün dünya başkanlığını yaparken de yine sanat üzerinden barış ve evrensel diyalog adına dünyaya kabul ettirdiğimiz Dünya Sanat Günü, 2012’den beri kutlanıyor ve artık UNESCO’nun resmi günlerinden biri.
Bugünün dünyası, maalesef bütün bu çabalara rağmen İkinci Dünya Savaşı’nın basit ve utanç verici tekrarlarından ibaret... İster 20 yıl önce Irak’a saldıran ABD ister Ukrayna’yı hedef alan Rusya veya Filistin’i hedef alan İsrail… Bugünün savaş başlatan aktörlerinin 85 yıl öncesinin katliamcı faşist liderlerinden çok farkları var mı?
Venedik’te iki yılda bir tekrarlanan bu büyük sanat festivalinin bu yıl ana sergi küratörü Adriano Pedrosa, serginin adı ise “Foreigners Everywhere” idi. “Yabancılar Her Yerde” ifadesi aslında yeni umutlarla dünyaya açılan, gezen, iltica veya göç edenlerin yöneldikleri yeni coğrafyada kendi köklerinden kodları da yanlarında taşıyor olmalarının bir tezahürü. Sonuçta bu dev sergilerde marjinalleştirilmiş, baskı altına alınmış, öncelikli olarak egemen coğrafyaların “sürekli” liderliğinden bıkmış-usanmış isimler ve yapıtları daha çok öne çıktı. Yapıtların kimi 50 yıl, kimi 20-30 yıl önce üretilmişti. Yani buradaki mevzu, sanat fuarlarında görülen ve aranan “taze iş” faktöründen uzak olunmasıydı. (Birbirinden farklı, tekil olmaktan çekinmeyen, ana akım merkezlerinin ilgi alanına girememiş sayısız işin yer aldığı yüzlerce yapıttan söz ediyoruz.)
Bu sene Venedik ve çevresindeki birçok farklı sanat mekânında bulunan sergiler arasında, ülkemiz adına en güzel şey Paris’te yaşayan Türk sanatçı Nil Yalter’in “Yaşam Boyu Başarı - Altın Aslan Ödülü”nü, Brezilya’da yaşayan İtalyan sanatçı Anna Maria Maiolino ile paylaşmasıydı. Geçen yıl Piramid Sanat ve Taksim Sanat’ın birlikte düzenlediği Yüzyıl Perspektifinden Türk Sanatı sergisinde de yer alan Yalter’in işleri ile ilk olarak bundan 40 yıl kadar önce Paris’te tanışmıştım. Böylece bu yıl Venedik Bienali’ne ilk defa katılan Yalter, bu antresini dünyanın en değerli adımına dönüştürmüş oldu! Bu çok gurur verici bir başarı! Yalter, Koreli sanatçı Nam June Paik’ten sonra videolarıyla sanat tarihinde en çok adı geçen isimlerden. Bienal’in kitapçısından da, kendisinin daha önce rastlamadığım bir çok kitabını kütüphaneme dahil etme şansına eriştim.
Türkiye Pavyonu bu yıl sevgili Gülsün Karamustafa’nın derin ve düşündürücü eserlerine ev sahipliği yaptı. Ayrıca ana sergide Fahrelnissa Zeid ve Güneş Terkol’un yapıtlarına rastlamak da sevindiriciydi. Ayrıca Arsenale’de, Contemporary İstanbul Vakfı’nın girişimi ile açılan Japon-Amerikalı sanatçı Tomokazu Matsuyama’nın harika sergisi vardı: Mitolojik! Bu etkinlik, bu yıl Bienal’de gördüğüm belki en değerli 8-10 sergiden biriydi.
Bienal’in yeni başkanı Pietrangelo Buttafuoco, katalogdaki yazısında Marco Polo’nun 700. ölüm yıldönümünde, ünlü Venedikli kaşifin o dönem dünyanın dört bir yanından, birbirinden farklı etnik stillerdeki ürünlerle, pazarlarda nasıl “sergiler” açıldığını bize ilettiğini hatırlatıyor ve bu kültürün, adeta bugünkü bienaldeki “farklı ülke pavyonları” yaklaşımının bir nevi öncüsü olduğunu savunuyor.
Palazzo Ducale’de bir Marco Polo sergisi olduğunu öğrendiğimizde heyecanla programımıza dahil edip gittik; ama birçok sebepten hayal kırıklığı yaşadık. Öncelikle 700-800 öncesinin eşyalarını, izlerini, haritalarını bize taşıyan bu sergide fotoğraf ve video çekmek yasaktı! Sergi sorumlularına tepkimi bildirdim. Üstüne üstlük serginin çıkışında, müzenin kitapçısında ne sergi hakkında ne de Marco Polo’nun hayatı hakkında hiçbir İngilizce yayın olmadığını görünce, mekândan ayrılır ayrılmaz Twitter’dan İtalya Kültür Bakanı ve Başbakanına ağır eleştirel bir ileti yazdım. Yanıt verirler mi? Onların sorunu!
Bienal’e paralel olarak dahil olduğunuz bir serginiz varsa, düşündüğünüzden çok daha az gezecek zaman kalıyor. Şerife Bilgili Ercantürk, Denizhan Özer ve ben, 9 Dragon Heads grubunun Nomadic Party - Passport başlıklı sergisine katıldık. Grubun kurucusu Koreli Park Byoung ile 25 yılı aşkın bir süredir birkaç yılda bir beraber sergiler açıyoruz. Bu makalenin başına dönersek, konumuz büyük ölçüde süregelen yeni savaşlar ve onları yönlendiren Putin ve Netanyahu gibi diktatörlerin dünyaya ve insanlığa olan maliyetiydi. Savaşların bedelini en çok her şeylerini kaybeden çocukların ödediğini hatırlattım, tıpkı sergiye katıldığım yapıtımın içerdiği konu gibi.
Venedik’e gelenler, orada bir hafta bile kalsalar, belki sergilerin ancak yüzde yirmisini gezebiliyorlar. Yanınıza kar kalan hamal gibi taşıdığınız kitaplar olabiliyor. Yarım asırı aşkın bir süredir hamallar gibi çoğu zaman ekstra taşıma ücreti de ödeyerek binlerce kitap almak artık alıştığım bir rutin. Venedikli efsane Casanova’nın kitaplarını da kaçırmadım! Belki Türkiye gündemlerine teslim olmadan önce, daha geniş bir bienal yazısını “kültür sayfamıza” yollama şansım olabilir. Göreceğiz!