Bodrum’a ilk gittiğimde yıl 1987’ydi. 30 yaşındaydım. Âşık olduğum bir kızın, Yonca’nın peşinden otobüse atlayıp izini sürmüştüm. Yoksa ne zaman giderdim, bilemiyorum! Yol bugüne göre daha uzun ve daha zordu. Aslında Bodrum’u çok duyup bu şirin küçük cumhuriyete geç ilhak edenler arasındaydım. Büyükada, Erdek ve daha sonra Kuşadası olurdu, Türkiye’deki tatil destinasyonlarımız… Dolayısıyla size keyifle 1960’ların Bodrumu’nu anlatacak bir geçmişim maalesef yok. Neler vermezdim o yıllarda bu güzelim koyları görmüş olmak için…

 

1987’ye dönelim… Uçakla Bodrum’dan bırakın Londra’ya veya Berlin’e doğru havalanmayı, direkt İstanbul’a uçmayı aklına getirene bile bitmez tükenmez bir kahkaha basılabilirdi! Bundan 36 yıl evveldi… Cep telefonu yoktu, renkli televizyon yoktu, sushi yoktu, Çin lokantaları yoktu. Bodrum’da yine güzel plajlar ve restoranlar vardı, yine turistler vardı. Koca barlar ve diskotekler vardı, Halikarnas ve Mavi gibi… Yine koyları birbirine bağlayan küçük yollar vardı. Etrafımızda dağlar, yamaçlar, ormanlar vardı. Deniz inanılmaz güzeldi, kumsallar da öyleydi. Mesela Bodrum merkezden sevgili teyzemlerin oturduğu Ortakent’teki Yahşi Plajı’na minibüsle gidilirdi. Birkaç yıl sonra arabam oldu ve onunla gidip gelmeye başladık ve o yol boyunca bugünün aksine hiçbir şey yoktu. Durun yalan söylemiş olmayayım, doksanlı yılların başlarında, yol kenarına park etmiş otobüsten geri dönüştürülmüş harika bir büfe vardı ve tost, hamburger, sosisli, bira, kola satardı. Hepimizi çok mutlu eden bir noktaydı. Daha geçen gün konuştuk sevgili Sibel’le, neden orada çekilmiş bir fotoğrafımız yok diye… Bugün cep telefonlarımızın harita uygulamalarında beliren bin bir sokak, cadde ve bulvar ismi yoktu; çünkü o yolların %85’i henüz yoktu.

 

Mazhar-Fuat-Özkan’ın “Bir zamanlar aşık olmuştum, ama şimdi ismi neydi unuttum, Bodrum Bodrum…” şarkısını içinden mırıldananlar veya yüksek sesle söyleyenler, sevgilisine sarılıp ağlayanlar, şehir merkezindeki büyük otobüs garında bu ayrılık sahnelerini yaşatırlardı. Daha havalimanının açılmasına on yıl vardı. Bugünle kıyaslayınca kaç güvenilir araba tamircisi, lastikçi, kebapçı, çorbacı, seyahat acentesi ve tekne turu organizasyoncusu bulabilirdiniz, tam bilemem, ama limitliydi. Şehirde çok az sayıda ikinci sınıf otel, biraz daha fazla üçüncü sınıf otel vardı. O günlerde otele para vermek istemediğim için Halikarnas’taki Bambi Pansiyon’u tercih ederdim. Hatta 90’ların başında bile orada kaldım müstakbel eşim Sibel ile…

 

Aradan geçen yılların her yazında da Bodrum’a gittim. Bazen bir haftalığına, bazen bir aylığına, sadece birkaç kere de iki aylığına… Bir tek 2010 yazında, aynı anda Kaliforniya ve Berlin sergileriyle uğraşmak durumunda kaldığım için gidememiştim. Uzun lafın kısası 1987’den itibaren adım adım yaşanan her “gelişmeyi” algılama ve kaydıma geçirme fırsatım oldu. Bu gelişmeler öncelikle tabii ki çok olumlu geliyordu hepimize. Üst üste açılan oteller, yapılan yollar, gelişen yeni koylar, 1997’de açılan havalimanı -ki adı Milas ve Bodrum arasında neredeyse bir iç harbe neden olacaktı- hepsine çok olumlu bakıyorduk…

İki katı aşmayan beyaz evlerin mimari çehresi ve bu yapıların kendine has, güzel dokusu bizi mutlu ediyordu. Suyun temizliği, şeffaflığı, berraklığı bizi mest ediyordu. Artan turist sayısı ile gurur duyuyorduk. Merkezdeki meydanda çay içmek, dondurma yemek, yılda bir ay dostu olduğumuz çaycılarla tatil boyunca ahbaplık etmek, edindiğimiz güzel rutinlerdi. Bodrum’da tatil doyulmaz bir keyifti. Kemik romanımın önemli bir kısmı Bodrum’da yazıldı. Özellikle otobiyografimin çok ciddi bir yüzdesi yine Bodrum’da yazıldı. Bodrum’da “entel takılmak” güzeldi. Edebiyat yapmak, şiir, roman ya da senaryo yazmak için biçilmiş kaftandı. Tercümanlar burada çalışırdı. Benzersiz yaz aşkları burada yaşanırdı; uzun aşklar, kısa aşklar veya gecelikler… Balıklar tazeydi, “tarama nedir” diye soran garsonlar yoktu.

 

BETONLAŞMA YARIŞI BAŞDÖNDÜRÜCÜ HIZA ERİŞTİ… 

NEREYE KADAR?

Geçen zamanla birlikte işin rengi yavaş yavaş değişti. Belki yaşarken o hızla biz de anlayamadık ve aradaki farkı her zaman göremedik. Ama Ankara, İzmir ve İstanbul’un ortak havuzu ve sayfiye mekanıyken, şimdiyse tüm ülkenin akın ettiği ve Avrupa’nın artık en meşhur tatil noktalarından biri olan Bodrum, doğruyu söylemek gerekirse “ölüm tehlikesi” ile karşı karşıya…

Bodrum bugün büyük bir hızla intiharına koşuyor. Bakın bu yıl Bodrum’a gidin, Ağustos’un kalan günlerinde veya Eylül’de etrafınızdaki çeşitli koylarından çeşitli yamaçlarından fotoğraflar çekin. Göreceksiniz ki her fotoğrafta yapımı süren yeni siteler, villalar, evler, şanslı sahiplerine verilmek üzere bitirilme virajında bekliyorlar. Ertesi yıl tekrar gidip aynı noktalardan fotoğraf çekin ve iki yıl sonra gidip yine aynı lokasyonları fotoğraflayın. Ve ağaçların, fundalıkların hangi hızla yok olduğunu ve onların yerine hangi yapıların kümes gibi yan yana, üçer metre arayla dizilmeye devam ettiğini kendiniz görün. Kendiniz farkına varın. Bodrum’a yaklaşırken ihanetin büyüğünün nasıl yapıldığını, ormanlık alanlara dikilen 6-7 katlı otellerde görün. En sade matematik bilginizle bu hızla devam eden bir yapılaşmanın, kalan bitki örtüsünü ne kadar zamanda yok edeceğini kendiniz hesaplayın!

Bodrum resmen kendi ölümüne koşuyor. 

 

Çok uzağa gitmeye gerek yok, hemen komşumuza bir göz atalım. Herhangi bir Yunan Adası’nda benzer bir yapılaşmayı görmek mümkün olabilir mi? Tarihi ya da doğal dokuyu bozacak tek girişimleri dahi olmadığı gibi, aynı mimari konsepti korumayı, doğayı/çevreyi temiz tutmayı bir milli marka farkındalığıyla sürdürüyorlar.

 

Ya da hadi uzağa gidelim. Rio’nun meşhur Copacabana sahilinde işletmelerin fütursuzca kumsala masa atıp, halkın denize girmesine mâni olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bizde oluyor. Bugün merkezdeki birkaç şezlongluk “lütfen” halka ayrılmış küçük kısım dışında tüm sahil işletmelerin tekeline emanet. Çok acı ki 80’lerde Bodrum’un bakir koylarından denize giren bir vatandaşın şimdi oraların yakınından geçmesi mümkün değil; zira kıyısına ya tatil köyü yapılmış ya özel konutlar.

 

Ve ne yazık ki bizde insanların çoğunluğu büyük bir körlükle ortalıkta tek bir nefes alma noktası ya da bakir bir koy bırakmadan her tarafa yayılan bu yapılaşma/betonlaşma yarışını izlemekle yetiniyor; bunun çok iyi bir sonuç doğuracağına inanmak istiyor. Herhalde birbirlerine bakıp “gelişiyoruz, büyüyoruz, yeni müşteriler, yeni komşular, yeni aşklar kazanıyoruz” şeklinde rüyalar ve hülyalar görüyorlar! Birbirine bitişik nizam devam eden bu yapı bombardımanının ormanları, denizi, atmosferi, önce iyice kirletip ardından yok edeceğini, oksijenimizi tüketeceğini görmek istemiyorlar! Başlarını kuma sokmuşlar! 

 

Eskiden Bodrum’da bir yerden diğerine, bir koydan öbürüne ulaşmak en fazla 20-25 dakika iken, bugün bu rakam artık 45-50 dakikayı buluyor. Birbirinden pek uzak olmayan noktalar için bile bu süre yakında bir saat olacak! İstanbul’u aratmayan et lokantaları, balık restoranları, gece kulüpleri, barlar, mağazalar, hediyelik eşyacılar, mobilyacılar, mefruşatçılar… Burada ne ararsanız var! Ama bir tek şeyin dozu gözle görülür şekilde azalıyor. Tahmin ettiğiniz gibi o da huzur ve mutluluk. Çünkü burayı da Ankara’ya, İstanbul’a, Adana’ya, Mersin’e, Kütahya’ya ya da Konya’ya çevirirsek o trafik tıkanıklıklarını, o stresi buralara taşırsak, lütfen söyler misiniz bana geriye ne kalacak Bodrum’dan? İstanbul mağazalarını, restoranlarını ve eğlence hayatını çok iyi taklit etmeyi başarmış ve aynı yaşam tarzını buraya getirmiş bir kopyacı mı? Bu mu hedef? Gün görmemişlerin hava attığı beach’lerden taşan lümpenlik, lüks tüketim ve gösteriş yarışı, balon gibi şişirilmiş dudakları, kalçaları ve göğüsleriyle daha güzel olduklarına inandırılmış kadınlar, genç kızlar, insanların gözüne soktukları paralarıyla her şeye hakkı olduğunu düşünen erkekler, hepsi bu resmi geçitte yerini alıyor… Daha da komiği, birçok merkezi noktada en gösterişli binalara estetikçiler el koymuşlar! “Mevsim itibariyle artık soyunma vaktiniz geldi, ona göre! Gelin sizi iyice elleyip, şekillendirelim öyle çıkın insan içine… Dört vade yaparız merak etmeyin, yeter ki siz daha fazla vakit kaybetmeyin.”

 

Ben size söyleyeyim, Bodrum’da artık elektrikler kesiliyor, sular kesiliyor, yollar sürekli tıkanıyor, asfalt çöküyor, kanalizasyonlar yetmiyor, patlıyor. Bildiğimiz eski Bodrum’un adını sahtekar bir şekilde hala kullanan bu yeni canavar kent, birden kabustan uyanmazsak pek yakında Ege’nin bu incisini yutup yok edecek! 

 

Şu anda Bodrum henüz ölmedi. Ben de size bu satırları bir vefat haberinden önce yazıyorum. Sonra yazsam bu bir ölüm ilanı olur. Size Bodrum ağır hasta diyorum. “Bodrum yakında ölüm döşeğine girecek” diyorum. Yakın derken tam bilemiyorum, 10-15 yıl mı? Daha mı az? Sizler karar verin. Bodrum’un doğallığını, şirinliğini, kendi dokusunu sorumsuzca/hoyratça, sözde medeniyet adına yok ettiniz ve şu anda artık yatırımcılar dahil hepiniz bindiğiniz dalı kesiyorsunuz! Sonra düşüp çenenizi dağıtıp kafanızı kırdığınızda şaşırmayın, şikayet etmeyin, boş yere ağlamayın…

 

İnanamıyorum, belediye başkanları, yerel belediyeler, imar-iskân bakanlığı, sayısız emlakçı, sayısız müteahhit, hepiniz bu kenti yalnız bir rant alanı olarak mı görüyorsunuz? İyi de arada lütfen bir durup düşünün ve kendinize sorun, “Ben kendi ölümümü hızlandırmak için sürekli sabahları damarlarıma zehir mi enjekte ediyorum?” Yarattığınız yeşilsiz, boş alansız, dev beton çorbasına dönmüş bu yerde, gün gelip insanlar “artık buraya tatile gelinemez” demeye başladığında mı uyanacaksınız? Nereye kadar sürecek bu sorumsuzluk?

 

Yemin ediyorum, şu anlattığımı görmek zor değil. Beynini minimum düzeyde kullanan her insan bu tablonun bir, iki adım ve hatta dört adım ötesini görüp dehşete kapılabilir.

 

Umarım küçük bir Volkswagen’e 50 kişi binmeye çalışmanın sizi ne hale getireceğini iş işten geçmeden görürsünüz.

Post Date: 24.08.2023
Share on