Her yıl olduğu gibi, yine “demokrasi şehitlerimizi” andığımız günleri yaşıyoruz. Her birinin ölümü, içimizden bir şeyler koparttı ve her birinin içimizdeki yeri ayrı… 

31 Ocak 1990’da da Muammer Aksoy’un ölümünü The Marmara Oteli’nin pastanesinde, o günlerdeki kız arkadaşımla çay içerken öğrenmiş adeta kalbimden hançerlenmiştim. Bu olaydan aşağı yukarı beş gün önce Ankara’daydım ve Ahmet dayımın evinden Muammer Aksoy’la konuşuyordum. O günlerde yobazlara karşı yayınlanan bir makalemi çok sert bulmuştu ve çok dikkatli yazmam gerektiğini, üzerimizdeki baskının arttığını ikaz ediyordu. “Sevgili Muammer Bey, bizler yazmazsak kim yazacak, bu ülke nasıl kendini koruyacak?” mealinden bir yanıt verdiğimde “Sen de haklısın Bedri’cim, sen de haklısın” diyerek konuyu kapatmıştı. Bu son konuşmamız oldu; beş gün sonra Muammer Aksoy apartmanının girişinde o alçaklarla yüz yüze geldiğinde karşısında kimler olduğunu ve başına bunun neden geldiğini çok iyi biliyordu. Maalesef aynı yıl kendisinden sonra 7 Mart’ta Çetin Emeç, 4 Eylül’de Turan Dursun ve 6 Ekim’de Bahriye Üçok, üst üste katledildiler. 

Üç yıl sonra, 24 Ocak 1993’te, her pazar oynadığım futboldan dönmüş evde boş gözlerle televizyona bakıyordum… Uğur Mumcu’ya suikast haberini önce resim altı olarak okudum ve korkunç bir çığlık attım. 1999’da ise bu seferki hedefleri, fikirleriyle ve bıraktığı silinmez izlerle sonsuza kadar yaşayacak olan bir diğer isim, Ahmet Taner Kışlalı oldu. Atölyemde sakin bir gün geçirirken beni yerle bir eden o kara haber bir telefonla bana ulaşmıştı.

Mumcu, Aksoy ve Kışlalı, günlük hayatta sürekli temasta olduğum büyük ve kıymetli düşünürlerdi. Onların dostu olmak en büyük zenginliklerimden biriydi. Atatürk Türkiyesi’ni korumak için gündemi sürekli olarak beraber analiz etmek, beyin fırtınası yapmak, köşe yazılarımızdan önce fikir alışverişinde bulunmak, sohbet etmek benim için büyük onurdu. Bu alçaklıkları yapanların tek maksadı Atatürkçüleri ölüm korkusuyla sindirmeye/susturmaya çalışmak, bu sayede onları Büyük Önder’in fikirlerini savunmaktan ve bu savaşı vermekten vazgeçirebilmekti. Küçücük beyinleriyle bizleri yıldırabileceklerini sanıyorlardı. Tabii ki tam tersi oldu, mücadelemize yüz binlerce genç ve sevgili halkımızın milyonlarcası, her zamankinden daha da büyük bir kararlılık ve şevkle en ön saflarda katıldı.   

Ben en başından beri bu katillerin İran’da eğitim görmüş teröristler olduğuna inandım. Nedeni gayet basit ve mantıklıydı. Orta Doğu’da ya gitgide Türkiye’nin Atatürkçü, laik ve demokrat modeli hakim olacaktı ya da İran’ın sözde devriminin yobaz, faşist, dinci modeli… Dengeyi bağnaz ve şeriatçı eksene doğru kaydırmanın yolu, bu zavallılara göre Atatürkçü Türkiye’nin ayaklarını yerden kesmek; bu sistemin yılmaz nöbetçileri olan en güvenilir ve en önemli laik-demokrat yazarlar ile kitle örgütü önderlerinin ortadan kaldırılmasından geçiyordu. 

2014’te onanan “Umut Davası”nda, temyiz incelemesini yapan Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi mahkûmiyet kararını verdi. 1988-1999 yılları arasında gerçekleştirilen ve aralarında Aksoy, Mumcu, Üçok ve Kışlalı’nın da bulunduğu suikastleri, aynı zamanda 1990-1994 yılları arasında aralarında Çetin Emeç ve Turan Dursun cinayetinin de olduğu saldırıları gerçekleştiren Tevhid-Selam Kudüs Ordusu’nun ve İslami Hareket Örgütü’nün, silahlı terör örgütü nitelikleri Yargıtay tarafından 2002 yılında kabul edilmişti. Sanıkların, Kudüs Ordusu ve SAVAK lağvedildikten sonra kurulan İran Gizli Servisi SAVAMA ile bağlantıya geçerek askeri eğitim aldığı ortaya çıktı. Şaşırdık mı? Tabii ki hayır! İpuçlarının, azmettiriciler noktasında nerelere doğru tırmandığını varın siz düşünün!

 

Şimdilerde ise Necip Hablemitoğlu’nun FETÖ bağlantılı katillerinin izini sürüyoruz.

 

KEMALİST VE 27 MAYISÇI OLMAK…

Aksoy, Mumcu ve Kışlalı’nın “Kemalist” olmalarının yanı sıra en büyük ortak paydaları, aynı zamanda da 27 Mayısçı olmalarıydı. Burada yeri gelmişken özellikle genç kuşak okuyuculara hemen belirtmek lazım: 27 Mayıs’ın bugün “darbe” ekseniyle oluşturulmaya çalışılan negatif imaj ve kimliğinin, o gün yaşanan “devrimsel” gerçeklerle hiçbir alakası yok. Halbuki demokrasiyi korumak için darbelere karşı duracaksanız, önce 18 Nisan 1960’ta Demokrat Parti’nin Millet Meclisi’ndeki güçler ayrılığını fiilen ortadan kaldırıp, resmen idareyi tek parti rejimine dönüştürme adımını “Tahkikat Komisyonu” ve Meclis görüşmelerine getirilen karanlık perde ile devreye soktuğu sansürün utanç dolu gününe gitmeniz lazım! Bunu yapamıyorsanız ya tarihi bilmiyorsunuz ya da sürüklenen selin ortasında korkudan doğruları söyleyemiyorsunuz demektir.

Uğur Mumcu, 1990 yılında açtığım 555K isimli sergisinin gazetesinde bakın bu konuda neler söylüyordu: “Dramatik bir örnektir. 27 Mayıs’ta Ulus gazetesi yazarı Bülent Ecevit ‘Günaydın Devrimci Türk Ordusu’ diye yazı yazmıştır, arşivimizde duruyor. Şimdi neredeyse 27 Mayıs’a karşı açılan bir kötüleme kampanyasının başını çekiyor. Madem askeri yönetime karşıydın arkadaş, niye kurucu meclise girdin? En azından benim kuşağım eğer özgürlük tadabildiyse bunu 27 Mayıs’a borçludur, ben bunu unutmuyorum. 27 Mayıs bizim ilk aşkımız gibi, ilk göz ağrımız gibidir.” 

“27 Mayıs İlk Aşkımızdı” başlığıyla yayınlanan -daha sonrasında da kitaplaştırılan- bu gazetede, bakın rahmetli Muammer Aksoy neler dile getiriyordu: “Başında demokrat partiye gönül vermiştik. 1950’den önce şu sözü söylediğimi size kesin bildiririm ‘Demokrat Parti iktidara gelsin de Allah isterse ömrümden beş senemi alsın.’ Bunu bütün içtenliğimle söylemişimdir. Ama sonra Demokrat Parti’nin her konuda muhalefetteyken neler söyleyip iktidara geldikten sonra nasıl tam tersini yaptığını kanıtlayan 24.000 fiş toplamıştım” … “Demokrasinin elleri bağlanmış, kimin tarafından? Ona bekçilik yapacak hükümet tarafından. Şimdi gelen şahıs ne yapıyor? Onun ellerini kollarını bağlayana bir tokat atıyor. Şimdi burada artık niye tokat attı diye düşünemiyorsunuz.” Mumcu ve Aksoy bunları söylerken Kışlalı da benzer şekilde 27 Mayıs’ın, 1974’te Portekiz’de yaşanan “Karanfil Devrimi”nde de görüldüğü gibi nasıl büyük bir demokrasi ivmesi kazandırdığını hem defalarca yazmış hem de kişisel sohbetlerimizde bana birebir anlatmıştır.

 

“YETER SÖZ MİLLETİN” KOMEDİSİ SAHNEDE

Sonsuza dek Türkiye’de Kemalizm, demokrasi ve özgürlük mücadelesi ekseninde sonsuzluğa uğurladığımız ve bizlerle beraber hep var olacak şehitlerimizin 27 Mayıscılıklarını neden burada gündeme taşıdığım biliyor musunuz? Önümüzdeki seçimlerin 14 Mayıs 2023’te gerçekleşeceğinin belirlenmesi ve siyasi ortamımızda bununla ilgili yaşanabilecek her tür dalgalanma ve manipülasyonun medyayı kuşatmaya şimdiden başlaması nedeniyle... O kadar komik şeyler yaşıyoruz ki, bu seçim tarihi yüzünden! Önce yeni kuşağa yine bazı tarihi hatırlatmalar yapalım: Türkiye, çok partili rejime Mustafa Kemal’in bütün çabalarına rağmen, yobaz ayaklanmalar ve suikast provaları yüzünden kendisi hayattayken geçemedi. Tüm altyapı hazırlandıktan sonra çok partili rejime İkinci Dünya Savaşı biter bitmez, 1946’da adım atıldı. 14 Mayıs 1950’de seçimleri Demokrat Parti kazandı ve Menderes Başbakan, Celal Bayar da Cumhurbaşkanı oldu. DP’nin sloganı “Yeter Söz Milletin” idi. Bu sloganla iktidara yerleşen DP, ne kadar acıdır ki demokrasiyi doğduğuna pişman edecek uygulamaları adım adım gerçekleştirdi. Üniversiteleri birer birer baskı altına aldı, “Vatan Cephesi” rezaletiyle ülkeyi böldü, gençleri coplattı, yazarları hapse attırdı ve en sonunda bunlar yetmiyormuş gibi Parlamento içinde kendi kuracağı Tahkikat Komisyonu ile Cumhuriyet Halk Partisi’ni kapatarak, yola tek güç olarak devam etme kararı almayı bile kendine yedirebildi. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nde demokrasinin adeta doğmadan ölümü anlamına gelebilecek bu durum neyse ki gerçekleşemeyecekti!

 

14 MAYIS 2023 VE AZİZ NESİNLİK YORUMLAR

Bugüne dönecek olursak, olay adeta Aziz Nesin’in o muhteşem kısa hikayelerinden birine dönüştü bile! Seçim gününü 14 Mayıs olarak tespit eden Cumhurbaşkanı Erdoğan heyecan içinde 14 Mayıs 1950’nin hatırasıyla Demokrat Parti’nin sloganını bir kez daha haykırırken, anladığımız kadarıyla seçimlerdeki ana rakibinin “Millet” İttifakı olduğunu ve böylece “yeter söz milletindir” diyerek galibiyeti şimdiden bu sloganla rakibine verdiğini fark edemeyecek kadar işin özünü ıskalayan danışmanlarla çalışıyor!

Ama madalyonun bir de diğer yüzü var: Millet İttifakı üyeleri bu çelişkiyi görmesine görüyorlar ama değerlendiremiyorlar. Çünkü 6’lı Masa’da hem DP’nin ismini taşıyan ve mirasını devam ettiren parti hem merkez sağın ana temsilcisi konumundaki Meral Akşener’in partisi hem de 27 Mayıs’a aynı mantıktan düşman gözüyle bakan diğer iki sağcı parti var. Daha da acısı, masanın büyük abisi CHP’nin bugünkü yönetimi, ister 27 Mayıs’ı tarihsel süzgeçten geçirip anlayamamak, ister bugün kimseye anlatacak vakti olmadığını düşünmek nedeniyle, adeta DP’yi olumlayan söylemlerle kuşatılmış durumda. Demokrat Parti’nin bu sloganla CHP’yi ve “sözde tek parti yönetimini” durdurmuş olmasını, bu yıl 14 Mayıs’ta yapılacak seçimlerde aynı mantıkla “tek adam” rüzgârını durdurmak için bir paralelizme oturtmaktan çekinmiyor! Güler misin ağlar mısın? Birincisi 1950’de tek parti iktidarı yoktu, demokrasi vardı. Zaten olmasa muhalefetin kazanabileceği açıklıkta bir seçim yapılamazdı! Demokrasiyi zaten CHP getirmişti ve seçim yenilgisini kabullenerek ve muhalefete geçerek demokrasiyi yine CHP ve İnönü tescil etti. Kullanılan o slogan tıpkı Muammer Aksoy’un tarif ettiği gibi, halkın adeta düşünsel olarak kandırılmasına vesile olmanın ötesine gidemedi. Dolayısıyla Cindoruk’un ağzından manşetlere yerleşen “14 Mayıs 1950’de Tek Parti dönemi bitmişti, 14 Mayıs 2023’te tek adam dönemi bitecek” demeci aslında tarihi bilinç taşıyan mantıklı bir cümle değil ve bütün bu çelişkileri bünyesinde barındırıyor. Günümüz merkez sağ siyasetçileri, iktidara geldiği günden beri her an Menderes ve 27 Mayıs referansı vererek ülkeyi idare etmeye çalışan Erdoğan’la aynı eksene gelmiş oluyorlar ama farkında değiller!

Sonuçta ne siz sorun ne ben söyleyeyim, bugün bu slogan iki siyasal kutbun arasında çarşaf olmuş durumda. Çelişkiler ortada volta atıyor! Eski DP’ye dair gerçekleri dile getirmekten kaçınan CHP ve 6’lı Masa’nın tek tesellisi, AKP’nin kendi kalesine gol atması olabilir! Çünkü onlar sloganın mahiyetini fazla düşünemeyen yorgun Anadolu halkı adına oyları doğrudan “Millet İttifakı”na kaydırmış oluyorlar ve herhalde Erdoğan kapalı kapılar ardında bunun farkına vardıktan sonra epey kişiye bir zılgıt geçmiştir diye tahmin ediyorum!

Post Date: 26.01.2023
Share on