Her birimiz, sürekli olarak ama en yakınımızda, gönlümüzün tam ortasında, ama kol mesafesinde, ama uzağımızda ölümle yüzleşiriz. Çocukken, ilk gençlik yıllarımda, arada babamın arkadaşlarına uğrayan ölümü düşünür, “Anlamıyorum, bize uğramasa olmaz mı sanki? Hepsinin hala yaşıyor olması neden imkansız olsun ki?” diye sorardım kendi kendime. Gerçekten de, madem insanlar 80-90-100 yaşına kadar yaşayabiliyorsa, neden Erdoğan Meto, İsmet Küntay, Hakkı Gülmen, Orhan Veli Kanık, Kemal Satır ve daha niceleri erkenden vefat ettiler?

 

YETER! DAHA KAÇ ÖLÜM VAR SIRADA BU YAZ SONU?

Olamıyor. Öyle bir dünya yok. Lotoda altı veya sekiz rakam tutturabilirsiniz, ama tarif ettiğim “ölüm dokunulmazlığı” bir hayal ürünü.

Yaşamın kuralları çok absürd. Belirli aralıklarla çevremizden sevdiklerimiz çekilip alınıyor. Mart ayında sevgili kayınvalidem Mukadder Yağcı’yı kaybettim. Burada bir aydır yalnız ölüm hakkında yazılar yazıyorum. Temmuz sonu İlhan İrem’i yazdım, son haftalarda da sırayla Adnan Çoker ve Camilo Guevara March… 10 gün önce sevgili annem Mutahhar Baykam’ı kaybettim. Dokuz gün önce, en yakın ortaokul arkadaşlarımdan biri, Paul Martin, yaşadığı hastalığa dayanamadı, ailesinin ve doktorlarının kabulü ve gözetimi altında bu dünyadan ayrılmayı seçti. Kanada’da yaşıyordu, su gibi Türkçe konuşurdu. Sayısız hatıramız vardı, okulumuzun bulunduğu Taksim çevresinde veya oturduğumuz Boğaz semtlerinde… Kim bilir sıra…? Bu satırları yazarken, yine en yakın sanatçı dostlarımdan birinin sağlığının giderek kötüleştiğini öğrendim bugün… Bu kadar üst üste gelen kötü haberi kaldırmak çok zor. Tiyatro sahnesinde çıkış yapma sırası kime geldi, son ana kadar hiçbir şey bilemiyoruz… Sonra sıra hatıralar ve fotoğraflara geliyor. Ne ilginçtir ki, sonra ölümüne ciddiye aldığımız fotoğrafları ve yaşanmışlıkları hayatın içinden geçerken pek önemsemiyoruz, kesinlikle gerektiği kadar dikkat etmiyoruz.

Biz evrende geçici bir süre yaşamak durumunda olan dörtte üçü sudan oluşan, organik, rahatına düşkün, öleceğini bilerek yaşayan tek canlı olmamızın gerçeklerinden kopup, bizi kuşatan kaide, kural, baskı, örf, adet, gelenek ve kanunlar arasında yaşıyoruz, yaşamaya çalışıyoruz. Her birimizin maddi, manevi, siyasi, sosyal hedefleri var. Kimileri zengin olmaya çalışıyor, kimileri milletvekili, kimileri şarkıcı, kimileri iyi bir aile reisi, kimileri de sanatçı, öğretmen veya mimar… Yüzlerce, belki binlerce meslek ve irili ufaklı veya dev hedefler var…

 

SİYASETİ SALT ÖZGÜRLÜK KORUMAK İÇİN YAPSANIZ DA, DÜŞMANINIZ BOL!

Ben de o insanlardan sadece biriyim. Bana bazen sokakta veya gittiğim yerlerde soruyorlar “Siz hala resim yapıyor musunuz?” Ben de içimden acı acı gülümsüyorum, “Resim yapmasam, ailem ya da Piramid Sanat ailesi ne yer, ne içer?” Ben her şeyden önce ömrü boyunca yalnız profesyonel sanatçılık yapmış ve elleri fırça tuttukça yapmaya devam edecek sade bir sanatçıyım. Bunlara eklenen şu gerçek var: Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak için, zamanımın belki de yarısını, karşılıksız toplumun bir neferi olarak veriyorum. Beni toplum örgütleri için çalışırken görüyorsunuz, makaleler kitaplar yazarken görüyorsunuz, yürüyüşlerde, televizyon tartışmalarında görüyorsunuz… Ben bunları yarınları ve cumhuriyeti korumak için yapıyorum; bunlar benim profesyonel aktivitelerim değil. Gönülden ve mantığımın sesini dinleyerek tarih bilincimin emrettiği görevler bunlar. Ömrümde siyasetten 1 TL kazanmadım. Yalnız tonlarca emek, zaman, para harcadım.

Belki son 5-6 yıldır durum değişti, ama yıllarca, belki en az 25 yıl, sanat ortamının en az yarısı Atatürkçülük’e mesafeli olmayı, Kemalizm’i küçümsemeyi övünülecek bir duruş olarak gördü. Birçoğu ikinci Cumhuriyetçiliğe yakın durmayı, laikliği küçümsemeyi, hatta yaşadığımız sorunların nedeni (!) olarak görmeyi kendileri için çok şık bir şov donanımı olarak gördüler. Bunun bir başka gerekçesi daha vardı: Şayet “Türkler durup dururken Kıbrıs’ı istila etti”,  “Kürtler’e karşı ırkçılık ve katliam yapılıyor”, “Ermeniler’e büyük bir katliam yaptık, özür dilememiz lazım” diyorsanız, veya en azından bu konularda kritik noktalarda susarak kabullenmeyi ve fazla konuşmamayı kendinize yediyorsanız, o zaman yurtdışında size kapılar açılıyor. Ama bu konularda benim gibi tarihsel araştırmanın, mantığın, demokrasinin emrettiği yollarda objektif sorgulamalarla ilerliyorsanız geçmiş olsun, işiniz zor. İsim vermeye hiç gerek yok, bana bu konularda, ulusal veya uluslararası ilişkilerde sanat ve medya ortamında büyük bedeller ödetenler oldu. O bedelleri; çelmelerin, iftiraların bedellerini gururla ödedim. Tabii ki seçtiğim yol ve hedeflerden geri adım atmadan. Siyasi konularda verdiğim çabalar nedeniyle kimseden teşekkür beklemedim. Ama itiraf edeyim, bu kadar mantıksız, çelişkili, kalleş, arkadan vuran iftira ve çelme de beklemedim! Herkesin sözlü olarak sorulduğunda çok sevdiği “demokrasiyi” korumak için verilen mücadelelerin bu denli çarpıtılmasını içime beton dökerek izledim: “Efendim o da çok siyasi oldu, artık bu kadar olmaz ki!”, “Atatürk zaten demokrat değildi ki!”… filan-falan-filan…

 

YAŞAM ÖNCELİKLERİNİ BELİRLEME ZORLUĞU

Birçok vatandaşımız, memurumuz, işçimiz, bürokratımız çeşitli benzer baskılarla karşı karşıya kalıyor ve ödün verip vermemek, sahte sözler veya gülücükler kullanıp kullanmamak tercihlerine doğru zorlanarak köşesine itiliyor. Ruhunuzun emrettiği şekilde davranmanın bedelleri var… Geçelim.

Yaşam zorluklarımızın en önemlilerimden biri, rutin yaşamı terk edip kendisine sanatsal, edebi, siyasal, toplumsal, sosyal hedefler koyan insanlar için sorunun benzerliği: Yolun yüzde kaçını katettiğinizi bilemediğiniz için ne zaman hedef ve rota hesaplaması yapmanız gerektiğini bilmiyor olmamız. Hangi sanat çalışmalarımı öne alayım? Planladığım hangi yeni serilerimi veya sergilerimi… Yurt içi, yurt dışı… Mesela önümde duran yayınlanmış 31 kitabımın yanısıra, kimisinin dörtte üçü, kimisinin üçte ikisi, kimisinin yarısı, kimisinin üçte biri yazılmış, kimisi henüz yalnız kafamda inşa edilmiş 14 kitap projem içimi kemiriyor. Hangisine öncelik versem? Che Guevara hakkında olanı mı? Kennedy cinayeti hakkında olanı mı? Otobiyografimin devamını mı? İngilizce yazdığım Türkiye Tarihi’ni mi? Modern Sanat Tarihi kitabımı mı? Benimle yapılan söyleşiler kitabını mı? Aynı zamanda tüyler ürpertici bir gerilim filmine dönüşecek, kafamda hazır ve bitmiş aşk romanı mı yazıyım? Bu acil yanıt bekleyen soruları göğüslemek kolay değil… Emin olun okurlarım ve sanat sever dostlarım arasında onların fikrini sormak için anket yapmak bile aklıma geldi! Daha ne diyeyim size… Şu anda eminim 55 yaşını aşmış birçok akademisyen, yazar, sanatçı, bilim insanı benzer sorunlar yaşıyor… İnanın her biriyle empati yapabiliyorum, çünkü bu sıkışmışlıkları tüm hücrelerimde yaşıyorum. Bir yandan yaklaşmakta olan seçime akıtmam gereken enerjiyi de düşününce gönlüm, ruhum, beyin hücrelerim sıkışıyor.

 

BİLİYORUM TAŞIYORUZ, AMA SAKLAMANIN SONU VAR MI? J.P. SARTRE ÖRNEĞİ…       

Tabii başka kritik konular da var, muhasebe masasında… Bitmez tükenmez para konularından ve bu ülkede sanattan hayatını kazanarak yaşamanın zorluklarından söz etmiyorum, zira onlar apayrı bir dert deryası…

Masalarımızda, kütüphanelerimizde, depolarımızda durmadan biriken kitap-katalog-fotoğraflar-mektup-belge- dosya ve sonsuz basılı malzemelerden söz ediyorum. Orada iki uç seçenek var. Biri benim gibi, neredeyse her şeyi saklayanlar, her noktadan taşanlar, artık hiçbir şeyi, hiçbir yere sığdıramayanlar. Bu örneği tarif etmeme gerek yok. Babamdan devraldığım ona ait arşiv ile beraber gurur duyulacak, övünülecek bir kütüphane-arşivim ve sonsuz belgem var… Mektup, hatıra, ne arasanız… Bir de Jean Paul Sartre örneği var. Tam tersi. Sarah Bakewell’in “Au Cafe Existentialiste” kitabından okuyoruz… “Onun da hayali ve ana arzusu, yaşamın içinden kendini yüklemeden en hafif şekilde geçmekti. Hayat arkadaşı Simone de Beauvoir’ın bayıldığı çeşitli mal-mülk gibi varlıkları onu dehşete düşürürdü. Çeşitli seyahatlerinden hiçbir şey biriktirmezdi. Kitaplarını okuduktan sonra sağa sola hediye ederdi. Sakladığı tek şey piposu ve kalemiydi, fakat onlara bile bağlı değildi. Onları da sık sık kaybederdi, bu konuda da ‘onlar benim evimde sürgünde bir yerlerde’ derdi.” (Bakewell daha sonra bu bölümde Sartre’ın ayrıca nasıl gönlü zengin bir insan olduğunu, eline para geçtiğinde bunu son sürat arkadaşlarıyla lokantalarda harcadığını, aşırı bol bahşiş dağıttığını, kendisinden yazı isteyen herkese memnuniyetle bedava yazı yazdığını anlatıyor.)

Siz bu konuda Baykam gibi misiniz, yoksa Sartre gibi mi… Sartre bir Varoluşçu olarak an’da kalıp yaşamın keyfini sürmeyi tercih ediyordu. Benim Varoluşçuluğum ise yaşanan anların değerini yüklenip bunu sonsuza dek saklama çabası…Sizce hangi uç örnek daha iyi, ne düşünüyorsunuz, bilemem… Ama eminim bu konu birçok aydının evinde gizli ana gündem maddesi olarak odaları, kütüphaneleri, depoları zorlamaya devam edip işi aile içi tartışmalar çıkarmaya kadar provoke edebiliyor…

Bilmiyorum, ben mi abartıyorum bu stresleri? Yoksa sizlerin de bir türlü kapağını açamadığınız dert küpü sandığınız da bunlar var mı? Ya da neler var? Bana yazabilirsiniz, gerçekten merak ediyorum…

Post Date: 15.09.2022
Share on