Değerli arkadaşlar,
Ülkemizin durumu malum. Tek parti-tek adam yönetimi, tüm ipleri eline almış, istediği tüm kararları uyguluyor. Sosyal medya ağır sansür altında. Anayasa Mahkemesi’nin neredeyse kapatılması mevzubahis. Daha doğrusu, Anayasa Mahkemesi’nin, Saray’ın aldığı kararlara müdahale edememesini Bahçeli gündeme taşıdı. İdam cezası yine aynı kişi tarafından ısıtılıp gündeme alındı. Erdoğan “Parlamento böyle bir karar alırsa, ben onaylarım” diyerek ilginç bir sinyal verdi. CHP’de muhalif grupların ciddi tepkileri var: Parti’nin, aynen ülke gibi bir tek adam zihniyeti ile yönetildiği iddiaları sürekli olarak kamuoyunda ve sosyal medyada tartışılıyor. Gayri memnun gruplar arasında İnce, yalnız birini temsil ediyor. Avrupa ile ilişkiler, artık özetle riya üzerine kurulmuş. Halka “Avrupa’ya girdik” diye anlatılan hikâyelerin nasıl “Lafontaine’den Masallar” olduğu ortaya çıktı. Suriye ve Libya gerilim hatları yetmedi, diğer cephelerde de ülke imajının sarsılması, bizi çeşitli uluslararası kırılgan ortamlara sürüklüyor. Bireysel şiddet başta kadınları, ardından çocukları ve hayvanları vuruyor. Ekonominin hali zaten ortada. Dolar ve Euro’nun yükselişi, Hazine ve Maliye Bakanı’nı “ilgilendirmiyormuş”. TL her an irtifa kaybediyor. Aileler, nasıl geçineceklerini, anneler çocuklarına nasıl süt, ekmek bulacaklarını bilemiyorlar. Bebek mamaları en çok çalınan ürün haline geldiğinden kimi marketlerde kilitli camekanlarda satılıyor. Çocuklar, gençler ve hatta nice kurumlar yine tarikatlara teslim -en son GATA Hastanesi örneğinde tekrar gördüğümüz gibi. Laiklik, miting meydanlarında, milli eğitimde ve her yerde deliniyor. Tabii tanımlamasını nasıl yaptığınıza bakar. “Din ve devlet işleri birbirine karıştırılamaz” yerine “Laiklik dinsizlik değildir” tanımlamasını esas kabul ederseniz, sorununuz yok! Türkiye’de nelerin kötü gittiğini size daha uzun uzadıya izah etmeme gerek var mı? Büyük ihtimalle bugün veya yakın dönemde yaşanan her türlü olumsuzluğu benden daha iyi biliyorsunuzdur.
Ancak bugün size, fazla eskiye gitmeden, hangi sorumsuzlukların sonucunda bu korkunç ortama sürüklendik; 90’lı yılları merkez alarak o günlerde, o kritik yıllarda, neler tartışılıyordu, partiler, medya, hükümet, ez cümle tüm siyasi ortamımızda hangi kavgalar vardı, hangi hatalar yapıldı, hangi ikazları gündeme getirdik… Bunları, çeyrek asır önceki sözlerimle size sunmak istedim. 80’lerin sonu, 90’ların hemen başında Türkiye tabii ki mükemmel bir ülke değildi. Ama bugünlere kıyasla, çok daha demokratikti. Yargıtay, Danıştay, Sayıştay ve Anayasa Mahkemesi’nin işleyiş ve seçilme kriterleri çok daha bağımsız, saygın ve adaletin kendi gücünden kaynaklanan modalitelere bağlıydı. Yaşam tarzımız, bugünkü gençlerin aklının hayalinin alamayacağı kadar daha özgür ve açıktı. Geceleri TV kanallarının yetişkin kuşağında, üstsüz kızlar gösteri yapardı. Seks tabu olmaktan uzak, gazetelere sayfalarca konu olan bir hayat olgusuydu. Mizahi eleştiri, tiyatro, karikatür ve makaleler, siyasileri kolayca hedef alır, kimse bir şeyden çekinmezdi. Politik konularda ise, basının gücü tartışılmazdı. Gazetecilerin makaleleri, ihbarları veya soruşturmaları, üzeri örtülecek veya tehdit-tacizle durdurulabilecek faaliyetler değil, halkın her gün ilgi ile izlediği, sonuca ulaşan büyük çıkışlardı, koca bakanlar, bu gerçek karşısında donup kalırlardı. Ülke, bugünle kıyaslanması imkânsız şekilde “laik” ve Atatürkçü bir yörüngede tüm kurumlarıyla varlığını sürdürüyordu. Tabii her çeşit soruna rağmen söylüyorum bunu…
Çözümleme’de neden bu hatırlatmaları yapma ihtiyacı duyduğuma gelince: 90’lı yıllarda yapılan dev kritik hataları doğru analizini etmezsek, bugün yapılan/yapılmaya devam edilen başka ağır hataların da önünü kesecek irade ve mantığı üretemeyiz! İşte bu nedenlerle bu sayıda, 90’lı yılların siyasi virajlarının yoğun arşiv irdelemelerine giriyoruz. Maalesef bugün yaşadığımız her olumsuzluk, 1990’larda kendi bindiği dalı kesen, kendi ayağına kurşun sıkan, sorumsuz, bilinçsiz ve öngörüsüz siyasilerin eseri olarak ortaya çıktı. Şimdi sırayla yaşanan bazı ağır olumsuzluklara göz atalım…
1- 163. MADDE İKAZLARIMIZ VE SİYASAL PARTİLERİN DEMOKRASİYE İHANETİ
İlk korkunç virajımız, 1989-1990’a denk geliyor. 12 Eylül sonrasında, herkesin biraz çaresizlik içinde demokrasi arayışında, o ağır yılların şerrinden kaçmak istediği dönem… O yıllarda, sözde özgürleşmek için, “aydınlarımız”ın büyük kısmı, Türk Ceza Kanunu’ndaki komünizm propagandasını engelleyen 141-142. maddeleri ve şeriatçı propagandayı yasaklayan 163. maddeyi beraberce kaldırarak Türkiye’nin “demokratikleşeceği” safsatasını, bütün ısrarlı ikazlarımıza rağmen ülkeye yaydılar. Onlar, “aydın, demokrat, ileri görüşlü, tabusuz” insanlardı, biz ise onların gözünde “paranoyak, geri kalmış, gölgesinden korkan, gelenekçi, yeni kalıplara dar gelen, ekstrem Kemalist tayfa” idik. Bu arkadaşlara ve onlarla aynı frekansı taşıyan SHP’li siyasetçilere şunu anlatıyorduk ısrarla: “Komünizm ve Sovyet Bloku çıkışlı gelebilecek bir antidemokratik tehlike yok, çünkü Sovyet Bloku çöktü. Ama İran ve Suudi Arabistan her saniye yobaz rejimlerini ihraç etme peşindeler. Her an bu tehlike ile Türkiye’yi kuşatma denemelerine girişecekler; medyayı ve sokağı kullanmak isteyecekler. “Şimdi kalkıp bu ‘saf demokrat’ iyi niyet gösterilerini yaşama geçirirseniz ilerde çok pişman olursunuz ama iş işten geçmiş olur.” İşte bunları SHP Genel Başkanı Erdal İnönü’ye, Genel Sekreteri Deniz Baykal’a defalarca bizzat hatırlattım, üzerlerine düşen ağır sorumluluklarla beraber. Erdal İnönü “Bedri Bey, halk demokratik olarak bunu isterse ister, demokrasi budur, böyle görmek lazım” mealinde bir şeyler söyledi. Ben de “Her rejim kendini korur Erdal Bey, demokrasiler de” dedim. Deniz Bey “Bedri’cim seni bu şeriat paranoyasından korumamız lazım; biz diskocularla imam hatiplileri bir araya getireceğiz” diyordu neşe içinde. Aralarında Türkiye’nin bu dev hata ile nerelere sürükleneceğini görebilen hiç kimse yoktu! 2010’larda IŞİD teröristi olacak profilin, o yıllarda doğacak ve 163. maddenin kaldırılmasıyla doğduğundan beri beyni yıkanacak militanlardan oluşacağını anlayamıyorlardı; hâlbuki görmek hiç zor değildi isteyen için! Başta Necla Arat, Türkan Saylan, ADD ve ÇYDD, Aysel ve Oktay Ekşi ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden’le beraber sürdürüyorduk bu savaşı. Merkez sağ zaten baştan kaybedilmiş ve yobazların özgür bırakılması metodolojisini seçmişti. Başbakan Turgut Özal bu yasaları kaldırma operasyonunun ana itici güçtü. Onu bile ikaz etme fırsatını buldum, ama eskilerin deyimiyle “beyhude” bir çaba olarak geçti kayıtlara… CHP henüz yeniden açılmamıştı. “Dine saygılı laiklik” kavramının mucidi, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, duyarlılıklarımıza uzaktı.
Bakın bugünkü dini kadroların tahakkümü altında yaşayan kurumsal Türkiye’mizde, bundan 31 yıl önce hangi ikazları yapmışım:
163. MADDE KALDIRILAMAZ
Milliyet, 28 Ocak 1989
Bugün kimse çıkıp Doğu Almanya’nın “özgür düşünceye" meydan veren bir ülke olduğunu iddia edebilir mi? (Makale yazıldığı tarihte henüz Berlin Duvarı yıkılmamıştı) Berlin'i çepeçevre dolaşan utanç duvarının içinde ve dışında yüzen kişilerin Doğu Almanya'nın insanlık dışı politikasına ne kadar nefretle baktıklarını kimse yadsıyabilir mi? Kimse çıkıp şeriatın yaşandığı İran ortamında “düşünce özgürlüğünden” söz edebilir mi? Kafaların, kolların yeşil yasalara göre uçurulduğu bu ortamı aramızda "demokratik” diye tanımlayanlar var mı?
Türkiye’de 70’li yıllarda aydın, demokratik solun çoğunluk görüşü 141 ve 142’yi kaldırma yolunda idi. Buna yine “düşünce özgürlüğü aşkına” 80’li yıllarda Türk-İslam sentezi safsatasının da baskısıyla 163 eklendi ve bugün Türk toplumunun gözünde “düşünce özgürlüğüne” ve demokrasiye erişmek, bu 3 maddenin kalkmasıyla özdeşleşti.
KAMUOYU AÇISINDAN
Birer oyuncu olarak süresini bilmediğimiz, geçici roller aldığımız kısa yaşam tiyatrosunda, bireyin en kutsal hakkı, istediğini düşünme ve yaşama özgürlüğüdür. Yalnız burada kamuoyunda felsefi açıdan bir çelişki söz konusudur. Bunun da kilit noktası bireylerin özgürlüklerinin başka bireylerin özgürlüklerinin başladığı yerde bitmesidir. Bugün bireyin hak ve özgürlüklerini ve düşünce özgürlüğünü savunan bir şahıs Doğu Almanya veya İran'daki rejimleri örnek alan ve o yolda yürümeye kararlı bir partiyi kurar, üye olur veya oy verirse, güya uğruna savaştığı "düşünce özgürlüğünü”, tam tersine sabote etmiş olur. Çünkü gerçek demokrasilerde demokrasinin düşmanlarına yer olamaz. Doğu Almanya’nın yaşattığı komünist rejim ortamı da, İran’ın yaşattığı şeriat düzeni ve terör havası da, demokrasi ve düşünce ve özgürlüğünün ve insanlığının katlinden başka bir şey değildir.
Yani benim demokrasi adına, düşünen bir vatandaş olarak programında, önerdiği rejimde demokrasiyi yerle bir edecek ve özgürlükleri ortadan kaldırıp sağ veya sol faşist cuntalara dönüşecek rejimlere karşı sonuna kadar savaşmam gerekir. Bugünkü politik ortamda, gülünç bir çelişkiyle demokrasi adına (!) şeriatçı bir partinin kurulmasına desteklemek veya ülkeyi Doğu Almanya ya da Bulgaristan’a çevirmek isteyen, düşünceleri çoktan iflas etmiş baskıcı bir Komünist Parti’ye yeşil ışık yakmaya çalışmak deliliktir; bunu düşünce özgürlüğü olarak değerlendirmek de saflıktan başka bir şey değildir. Faşist, totaliter, baskıcı, zavallı rejimleri destekleyenlere bir tavsiyemiz var: Lütfen kendilerini beslemek için demokrasi dışında bir anne arasınlar. Evet bir anne çocuklarını sever. Ama büyüyünce kendisini öldürmeye yeminli doğan çocuğu emzirmeye devam edemez.
Özgürlükler kutsaldır. Özgürlükler, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde biter. Bu basit verileri anlamayan düşüncelerin, özgürlüklere hakları ve gereksinimleri olamaz. Bugün, kendim komünist rejimlere inanmamama rağmen, düşünce özgürlüğü adına TKP'nin kurulmasını isterim. Ancak bu parti programında, nutuklarında, özünde, şayet iktidara gelince demokrasiyi ve hür siyasi yaşamı nasıl katledeceğini hesaplıyorsa, o zaman ben demokrasi adına o çiçeği sulamam, o toprağı ezerim.
Gelelim şeriatçı-gerici-yobaz takımına. Yobaz kelimesini çoktandır duymadınız değil mi? Evet, artık demode oldu. Artık onun yerine İslam sentezi, İslamcılık, tarikatçılık, gibi daha entel terimler kullanılıyor.
Birçok solcu dostumuz “çifte standart" kompleksine girmemek için türbanı, 163’ün kalkmasını, şeriatçı partinin kurulmasını destekler duruma düştüler. Hâlbuki, yobazlığı demokrasi adına ülkeye sokuşturmaya çalışmak, gafletlerin en büyüğüdür. Bugün Atatürk'ü “demode” olarak göstermek isteyen ve yapay ilerici(!) yeni anlayışlar arayanlara hatırlatırız ki laiklik, politikanın üzerine oturtulabileceği tek sağlam temeldir. Demokrasi adına laiklikten vazgeçmek; hoşgörüden yoksun, fanatik, ölümü göze alabilen bir “yeşilciler” ordusunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına kasteden bir yobazlar sürüsünü içimizde beslemek ve bir gün tepemize çıkarmak için fırsat yaratmak demektir.
Kapitalizm, sosyal demokrasi, komünizm -saydığımız demokratik limitler içinde- politik ve ekonomik görüşlerdir. Dinciliğin ve şeriatın bunlarla bir ilgisi yoktur. Allah-kul arasındaki inanç ilişkisi saygı duyduğum teke tek bir ilişkidir ve bu politikaya karışamaz. Yalnız ve yalnız demokratik limitler teoride bile hiçbir durumda çiğnenmeyecek şekilde TKP’nin kurulmasını sağlamak, 163’ün ise aynen kalmasını istemek “çifte standart" değildir. Bunu böyle savunan aydınlarımız, yarın ilk yeşil bayrak gününde başlarına neler geleceğini İran’ın yakın tarihini biraz etüt edip öğrensinler. Bu sözde aydın zihniyet, bir gün oruç tutmayanlar öldürüldüğü, mini eteklilerin kesildiği gün, kafasındaki ütopyanın “İslamcılığın” hoşgörüsüz ve kan isteyen, ortalığı dümdüz etmeye kararlı tutumuyla ne kadar bağdaşmayacağını iş işten geçtikten sonra anlayacaklardır.
Sonuç… Gerçeklerin saptırılması, “şeriat" kelimesinin, “dini inanca saygı" kisvesi altında piyasaya sürülmesi, Türkiye’nin ilerde utançla anacağı yoz ve yapay bir gündemi oluşturmaktadır. Dini gerekleri yerine getiren inançlı her vatandaşa ne kadar saygıyla bakıyorsak, dini politikaya alet etmeye çalışan her zavallıya da, demokrasi adına hoşgörüyle değil, ibret ve esefle bakıyoruz.
163. MADDE
Cumhuriyet, 15 Aralık 1989
…İran’da Humeyni rejiminden kaçıp Türkiye ve ABD’ye yerleşenler ise İran’da da olayların önce aynen böyle başladığını ve sonra çığ gibi kimsenin beklemediği bir anda, Şah’ın totaliter rejimine ve gizli polisi Savak’a rağmen büyüyerek geliştiğini anlatıyorlar. Bugün gösteri ve propaganda yokluğunda oyu %7 olan şeriatçılar, yarın kültürsüz yerel kesimin içine, 163. maddeden arındırılmış bir ceza kanunu ve İran ve Suudi Arabistan’ın pompaladığı milyarlarca Dolar’la indikleri gün, o %7 oyun en az %35’e çıkmasına şaşıracak mısınız? Hayır, ben hiç mi hiç şaşırmayacağım. Çünkü propagandanın etkilerini, dinin fanatizmini, hemen yanı başımızdaki İran örneğini, “Şeriatın kestiği parmak acımaz” diyen gözü dönmüşlüğü ve yobazlığın cehaletini, çok çok iyi biliyorum.
Bugün Türkiye’de sözde herkes Atatürkçüdür. Ama sağda da solda da, Atatürk’ü “demode” olarak görmek moda olmuştur. Ben şahsen Atatürkçüyüm ve bunun bugünkü ortamda “demodelik” değil marjinal ve radikal bir tavır olduğuna inanıyorum. 12 Eylül darbesinin oluşum nedenlerinden bir tanesi, kamuoyuna “artan şeriatçı eylemlere karşı ordu harekâtı” olarak izah edilmiştir. Oysa bugünkü rejimin her haliyle Atatürkçülüğe nasıl baktığı ortadadır.
Laik demokratik, hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti bir kere kurulur ve bu yedek parçası olan bir oyuncak değildir. Bozulmaya gelmez. Bu cumhurbaşkanlığı seçimine bile benzemez. Çünkü o, alt tarafı 7 yıllık bir süredir, geçer. Ama basın, politikacılar, aydınlar, yobaz takımının bu oyununa gelip, özgür sesini ve demokrasiyi geri dönülmez şekilde kaybederse, bunun telafisi imkânsızdır. Her Türk aydınının, depolitizasyon uykusundan uyanıp bu olaya sahip çıkacağına ve laik, demokratik, hukuk devleti adına konuyu gündeminde tutacağına ve koruyuculuk görevlerini yerine getireceğine yürekten inanıyorum.
Gerisi malumunuz bugüne kadar süren her türlü ağır metinsel saldırılar şiddete davetler laiklik karşıtlığının açık propagandaları ve Atatürk düşmanlığı artık “demokrasi” sayesinde özgürce yayılıyor!
2. SOLUN BÖLÜK PÖRÇÜKLÜĞÜ VE SİYASAL İSLAMA AÇILAN YOL
Maalesef ondan sonra sıra, sıra 1993 yazına geliyor.1994 yerel seçimlerindeki korkunç sonuçların ülkeye nelere mal olduğunu her Allah’ın günü zaten yaşamaya devam ediyoruz. Bakın Taban Operasyonu’nu kurduğum 1993 yazında yaklaşan tehlikeyi nasıl aktarmışım:
“Sosyal demokrat partiler birleşmezse, yerel seçimlerde uğranacak bozgunun sorumlusu yalnız LİDERLERİ olacak. Ama bunun faturası tüm sosyal demokratlara ve laik Türkiye Cumhuriyeti’ne çıkacaktır.
SHP'nin başkanlık sorunu yoktur!
Sosyal Demokratların birleşme sorunu vardır.
Seçeceğiniz başkandan beklediğiniz:
ÖNCE: Dürüstlük ve gerçekten kararlı birleşme arzusu, ödünsüz laik tavır.
SONRA: Sağlam bir sosyal demokrat program.
TABAN OPERASYONU
HABER: Devinim (İstanbul)- Erol Tuncer, Av. Ceyhan Mumcu, Bedri Baykam, Prof. Türkan Saylan, Dr. Meral Karabıyık gibi isimler tarafından Taban Operasyonu adlı çalışma başlatıldı. Sosyal demokrat partilerin birleştirilmesini hedefleyen Taban Operasyonu 26 Ağustos 1993 günü, İktisat Fakültesi Mezunlar Cemiyeti'nin Taksim'deki lokalinde yapılan bir basın toplantısıyla kamuoyuna duyuruldu. Taban Operasyonu'nun tam metnini sunuyoruz:
Demokratik, Laik ve Sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş ve yaşama nedenlerinin temel ilkeleri hızla yok edilmek istenmekte ve ülkenin bütünlüğüne yönelik saldırılar devam etmektedir. Eğitimde, kültürde, insan hak ve özgürlükleri alanında çağdaşlık karşıtı akımlar, örgütlü biçimde yıkıcı eylemlerini arttırmışlardır. Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin korunması, demokratik siyasal yaşamımızda gündemin ana sorunu konumuna gelmek durumundadır.
Bu koşullarda, her ne kadar değişik siyasal partiler demokrasinin vazgeçilmez öğeleri olsa da, sosyal demokrat partilerin güçlü bir seçenek oluşturmak üzere birleşememeleri demokrasiyi tehlikeye sokmaktadır.
Sosyal demokrasinin gerçek sahibi olan işçi, memur, öğretim elemanları, demokratik kitle örgütleri gibi kitlelerin demokratik katılım haklarından çeşitli baskı ve yasaklamalarla yoksun bırakılmış olmaları, politik ortamda yaşanan sorunların temel kaynaklarından biridir.
Bu koşullarda varlığını sürdürmekte olan ve sosyal demokratları değişik gruplara bölen, örgütlenme mantığı yapay ve gerçekçilikten uzaktır. Bu ayrımlar sosyal demokratlarca inandırıcı bulunmamakta, kabul görmemektedir. Aksine yurdun her köşesinde, kitleler bu duruma karşı çeşitli tepkilerini türlü girişimlerle ortaya koymaktadırlar.
Üç sosyal demokrat partinin ısrarlı ayrılığı bunların genel seçimlerde muhalefet bile olamamaları sonucunu doğurabilir. Halkımızın sosyal demokrasi özlemi kararlılığının böylece yok edilmesi, ilgili partilere büyük sorumluluk yüklemektedir.
Önümüzdeki SHP Kurultayı sosyal demokrat partilerin bütünleşmesi konusunda ilk gerçek sınavdır. DSP ve CHP'den de beklentimiz bu yöndedir.
Yaklaşmakta olan 1994 Yerel Seçimlerimden önce tabanın istemi olan birleşme konusunda sosyal demokratların kaybedecek vakitleri yoktur. Bu amaçla adı geçen partilerin özveri ve uzlaşma içinde yakınlaşıp ivedi, yapıcı bir diyalog içine girmeleri demokrasi açısından, dilekten öte bir zorunluluktur.
Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının vazgeçilmez gücü olan Atatürk Devrim ve İlkelerinin korunması, toplumun kültürel, ekonomik gelişiminde sosyal demokrat üretimlerin hayata geçirilmesi ve her tür yozlaşmanın engellenmesi hedefleri doğrultusunda, üç partinin birleşerek siyasi yaşantıdaki gerçek yerini almasını talep ediyor ve bekliyoruz.
Sosyal demokrasinin güçlenmesi, demokrasinin güçlenmesidir.
Yani göreceğiniz gibi, bugün ülkeyi yöneten Recep Tayyip Erdoğan efsanesini başlatan AKP filan değil. Bülent Ecevit, Murat Karayalçın ve Deniz Baykal’ın arasında, kendi koltuğunu Cumhuriyetimizin, Atatürk Cumhuriyeti’nin sürmesinden daha önemsiz gören tek kişi olmadığı için, o günlerde yapılan pazarlıklarda “tamam senin dediğin olsun, ben uzlaşıyorum” diyen hiç kimse çıkmadı maalesef! Tüm görüşmelerimize, tüm ısrar ve ricalarımıza rağmen… Eski siyasiler, üniversite hocaları ve bizler, bunu defalarca denedik. Taban Operasyonu olarak önce bu partilere birleşme teklif ettik, kabul etmediler. İlk ret, duyuru ve basın toplantımızın hemen arkasından Bülent Ecevit’ten geldi; beni yok sayın kesinlikle ilgilenmiyoruz katılmıyoruz, şeklinde kategorik bir yanıttı. Sonra ortak aday seçmeyi önerdik. SHP ve CHP buna da yanaşmadılar. Bunun ardından en önemli önerimizi yaptık: Alan paylaşımı! Yani mesela SHP İstanbul, Antep, Eskişehir ve İzmir’de girebilirdi, CHP Ankara, Adana ve Antalya’da girebilirdi. Yani tek talebimiz birbirleriyle aynı yerde seçime girmemeleri, birbirlerine rakip olmamaları ve oyları bölmemeleriydi. Bu parlak ve uzlaşmacı fikri de kabul ettiremedik, çünkü adaylığa adı geçen herkes koltuk rüyaları görüyor ve “ben burada dururken neden ortak aday çıkaralım da öbür partinin adayı benim yerime konsun, ben zaten kazanacağım” şeklinde kesin inançları vardı. İşin en ilginç tarafı birleştirmeye çalıştırdığımız partilerin örgütleri ve ilçe kadroları da birleşmek istemiyorlardı çünkü her birinin birer kartviziti vardı: “Samsun Kadın Kolları Başkanı”, “Beşiktaş Gençlik Kolları Başkanı”, “Gaziantep İl Başkanı” gibi, sayısız sıfat… Her biri biliyordu ki partiler birleşirse bu sıfatları kaybolacaktı. Bu nedenle kimse ülkeyi bekleyen tehlikeleri göremiyor, yalnız kartvizitine odaklanıyordu! Çok acı, ama gerçek buydu. Dolayısıyla suçu yalnız liderlere atmakta yetmiyordu.
Maalesef bizi dinlemediler ve Refah Partisi, 1994 Yerel Seçimleri’nde Ankara ve İstanbul Belediye Başkanlıklarını çok küçük, minimal farklarla kazandı. Öte yandan merkez sağda DYP ve ANAP soldaki hatanın tıpkı basımı gibi aynı hatayı tekrarladıklarından bu kaymayı onlar da aynı koltuk sevdasından durduramadılar. Bu acı mağlubiyet ve iş işten geçtikten sonra, SHP ve CHP nihayet birleştiler! O kurultayda CHP Parti Meclisi’ne seçildiğimden, o süreci ve arkasını da içinden biliyorum.
Altta okuyacağınız satırlarda, o günlerde başta DSP Milletvekilleri olmak üzere, onca siyasiye, aklıselim ve Cumhuriyet sorumluluğu çağrısının ertesi yıl nasıl yapıldığını bulacaksınız.
DSP’LİLERE SOLDA BİRLİK ÇAĞRISI
Cumhuriyet, 17 Temmuz 1996
REFAHYOL koalisyonunun güvenoyu alması tüm Türkiye'de demokrat, ilerici ve aydın kamuoyunda ciddi bir tedirginlik ve hayal kırıklığı yaratmıştır. Türkiye’de, her fırsatta cumhuriyete, demokrasiye, laikliğe ve Atatürkçülüğe düşman olduğunu söyleyen kesimin açık desteğini alarak ilerleyen bir partinin iktidara gelmesi, gerek ülkenin ve aydınların geleceği açısından, gerek Türkiye’nin uluslararası dünyadaki konumu açısından üzüntü ve kaygı vericidir.
Şeriatçı olduğunu açık açık söyleyerek, demokrasiye olan inançsızlıklarını kanıtlayanlara karşı, demokratik sistemin tüm diğer partilerinin ve kurumlarının saflık ve gaflet içinde bulunmaya hakları yoktur. Refah Partisi'nin üzerine toz kondurmadığı ve her türlü karşılıklı ilişkiyi geliştireceğini üzerine basa basa vurguladığı İran İslam Cumhuriyeti modelinin her türlü muhalefete, özgürlüklere, insan haklarına olan umursamazlıkları apaçık ortadadır.
8 Temmuz 1996 günü parlamentoda bir düşünce dolandırıcılığı tezgâhı tescillenmiştir. Erbakan’a karşı en büyük direnci, karşı koymayı yalnızca kendisinin becereceğini anlatarak halktan oy isteyen bir kadın, merkez sağın şeriatçılığa karşı koyma kapasitesi olmadığını bilmedikleri için, kendisine inanma gafletinde bulunan milyonları kandırmıştır. 8 Temmuz günü, DYP sıralarından kalkan “evet" oyları bu yüz kızartıcı halk aldatmacasının ürünüdür. Ama bizim, yani sol düşünceye gönül vermiş insanların bu noktada oturup bir değerlendirme yapmaları lazımdır.
Neden, Türkiye’de Kemalist olduğunu vurgulayan insanlar, cumhuriyetin temel ilkelerini korumak için DYP gibi ideolojisi çelişkili ve tartışmalı bir partiye muhtaç konuma düşmüşlerdir?
Bunun nedeni, tabii ki soldaki yapay bölünmedir. Son seçimlere ayrı girmelerine karşın DSP ve CHP oyların %25'ini almışlardır. Türkiye’de sağ/sol demeden insanların %70’inin RP’ye karşı ileride olduğunu tahmin ettikleri güçlü bir partiye oy verme peşinde oldukları bir dönemde, DSP ve CHP seçime birleşerek girselerdi, tabii ki bu oran %35’lere kadar kolayca tırmanabilecekti. Bunu tahmin etmek hiç de zor değildir.
DSP’nin CHP’ye karşı “muhatap olmamaya varacak kadar ileri götürdüğü olumsuz tavır, ortaya Erbakan’ın başbakan olduğu ve solun merkez sağdan medet umduğu trajik bir tablo çıkarmıştır.
Bugün, CHP ve DSP arasında var olduğu iddia edilen farklardan hangisi rejimi RP’ye testim etmeye değecek kadar keskin ve uzlaşılmaz bir farktır?
Lütfen, elimizi vicdanımıza koyarak düşünelim: Bu iki partinin birleşmemesi, seçim ittifakı yapmaması ve seçim sonrası bir “sol blok” hükümeti önerisini geliştirmemeleri, Türkiye’yi küstah şeriatçıların, bölücülerin, terörün, demokrasi düşmanlarının, faşistlerin rahatça at koşturdukları bir ülke haline getirmiştir.
Bu ülkede yobazlar ve gericiler yazar öldürmeyi, aydın yakmayı, anaları dövmeyi, solcuya işkence yapmayı bir yaşam tarzı haline getirmişlerse burada suç, onlara bu boş sahayı yaratanlarındır. Türkiye’de, Atatürk'ün kurduğu parti hak ettiği güçte olsa, devletin polis güçleri gerçekten rejim düşmanlarını ve canileri bulana kadar kovalasa, Muammer Aksoylar, Asım Bezirciler, Uğur Mumcular, Metin Göktepeler, İrfan Ağdaşlar bu kadar kolay katledilebilir miydi?
Üç yıl önce solda birlik için “Taban Operasyonu" hareketini başlattığımızda, ülkede şeriatçıların rejimi tehdit edecek bir ivmeyle yükseldiklerini vurgulamış ve bunun önünü kesebilecek tek gücün solda birlik olduğunu söylemiştik.
Gerek 27 Mar 1994,(yerel) gerek 24 Aralık 1995 (TBMM) seçimleri söylediklerimizi teyit ettiyse bunda ne falcılık ne de büyük bir politik zekâ aramak lazımdır.
Türkiye’de aklı ve vicdanını objektif olarak devreye sokan herkes, bunu zaten aşağı yukarı öngörebilmiştir. Cumhuriyeti kuran, demokrasiyi getiren Atatürk’ün partisi CHP’de bir araya gelerek bu tehlikeli kaymaya dur demek, her vatanseverin kaçınılmaz ödevidir.
Bugün iddia edilenlerin aksine CHP ve DSP arasında hiçbir büyük görüş ayrılığı yoktur. DSP’nin savunduğu milliyetçilikte ırkçılık ve faşizm yoktur. CHP’nin vurguladığı insan hakları öğeleri ve faşizmle mücadele hiçbir zaman ülke bütünlüğünden ve Atatürk ilkelerinden taviz vermez.
Gerek geçmiş dönemlerde İnönü, Karayalçın, Çetin olsun, gerek bugün Baykal olsun, CHP kapılarını DSP’ye hep sonuna kadar açmış, hatta Ecevit’in başkanlığı bile kendisine defalarca teklif edilmiştir. İş işten geçmeden, demokrasimiz ve iç barışımız onarılmaz yaralar almadan tüm DSP milletvekillerini, örgütlerini ve seçmenlerini bu kritik dönemde CHP ile el ele vermeye çağırmak, aklın seçeceği tek yoldur. Bu aynı zamanda çağdaş Türkiye'nin Mustafa Kemal’e olan borcudur.
ECEVİT SERÜVENİNİN BUGÜNÜ (4); RP’NİN 1 NUMARALI KOZU
Aydınlık, 23 Mart 1997
Burada dördüncü ve son haftasını size bir hatırlatma olarak sunduğum Aydınlık’ta yayınlanan Ecevit dizimde (kendisinden “Egocevit” olarak kinayeli bir şekilde de söz etmiştim) 1991 sonrasından 1997’ye kadar geçen süreyi analiz ettim. O dönemi içinden yaşayan orta yaşını aşmış dostların çok daha fazlasını hatırlayacağı kesindir.
“Türkiye her gün bu kadar önemli sorunla boğuşurken dört hafta köşeni neden bu konuya ayırdın?” diye düşünenleriniz olabilir. Bunun yanıtı basittir. Gerek Susurluk, gerek işkence ve faili meçhuller, gerek MGK kararları ve onun asıl varoluş nedeni olan RP bağlantılı laiklik krizi, hepsinin gerçek doğum nedeni Bülent Ecevit'tir. Sol, Türkiye'de güçlü bir siyasi cephe veya iktidar oluşturamadığı için bugün tüm bu olumsuzluklar su yüzüne çıkmaktadır, daha da kötüsü bir kanser gibi gelişerek büyümektedir. Türkiye'de daima yobazlar, bölücüler, “yolsuzlukçular" olmuş ama daima bu olumsuz çıkarcı-gerici çeteler karşılarında dirençli bir Cumhuriyetçi sol görmüşlerdir. Ecevit bu savunma ve aydınlanma hattını yıkarak Cumhuriyet’in temel taşlarına dinamit konmasına, devlet bürokrasisi içine her türlü şeriatçı-faşist unsurun sızıp yerleşmesine, ülkenin yörüngesinin Kolombiya veya İran’a doğru çevrilmesine neden olmuştur. Bugün Atatürk Anıtkabir’den kalkıp gelse, öncelikle Erbakan veya Çiller’in yakasına değil, Ecevit’in yakasına yapışır. “Sen hangi hakla Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin devamı olan partimi bölersin, parçalarsın, Cumhuriyet’i kurda kuşa yem etmeye kalkarsın?” diye ona hesap sorar.
İşte Tayyip Erdoğanlar, Melih Gökçekler, Şevki Yılmazlar, Güller, Ceyla’lar, o sağduyulu tabanın birleşme çağrısına kulak vermeyen Ecevit’in eseri alarak türemişlerdir. Bülent Bey RP’nin ve tüm Orta Doğu yobazlarının arayıp da bulamadığı nimettir... RP’nin en büyük, en etkili silahı, bir numaralı iktidar kozudur. Kendisinin Sincan olayı dahil, Libya olayı dahil, RP’nin bir tek uygulamasından şikâyet etme hakkı yoktur. Daha da ötesi, tüm bunları bilerek hâlâ Ecevit'i destekleyen herhangi bir insanın da şikâyet etme hakkı yoktur.
Bugün de CHP’nin, “sol blok” önerilerini reddeden Ecevit, RP’ye karşı sağın egemenliğinde (!) bir dörtlü koalisyon teklifiyle RP’yi büyütüp, muhalefeti de paramparça edecek intihar formülünü üretmiştir. CHP’yi ancak bu yöntemlerle “içine sindirebileceğini” söyleyen ama tarikatçı Anavatan’la, ANASOL formüllerine koşan Bülent Ecevit’e, CHP’lilerin hangi “içine sindirme” yanıtını verdiklerini duyar gibi oluyorum.
Faşist-sol parti örneğiyle parti içi demokrasiyi öldürerek her gün yeni Kesebirler üreten DSP’de (DSP’de “Çile Çiçekleri” adı altında bir parti içi muhalefet hareketi başlatan ve hemen ihraç edilen, Erdal Kesebir ve arkadaşlarının kurduğu grup) Ecevit kendisi ve eşi dışındaki herkese düşman gözüyle bakmaktadır. Mümtaz Soysal bile “öksürdüğü için” Grup Başkan Vekilliğinden istifaya iptidai baskılarla zorlanmıştır. Onun bu durumu nasıl “içine sindirdiğini” anlamıyor, bir an önce bu tatsızlığa son verip, arkadaşlarıyla beraber “koca-karı ikilisini” baş başa bırakarak partiden ayrılmasını diliyorum.
Ecevit son yıllarda Fethullah Gülen projesini onaylamış, onu kritik anlarda desteklemiş, “Hiç olmazsa ülkemizde tarikatlar toplu intihara sürüklemiyor” diyerek Ata’nın kemiklerini bir daha sızlatmıştır. Erbakan’ın o meşhur dillere destan mal varlığının soruşturulması olayı yine Ecevit sayesinde engellenmiştir. Acaba eski dosyalar açılına bundan duyacağı malum rahatsızlıktan dolayı mı bu acayip kararı aldı diye merak eder dururum...
Kesebir’in yargı yoluyla partiye iadesini reddeden Ecevit, kendine has bir medeni hukuk anlayışıyla da partisinde il ve ilçelerde kadınların yükselmesini engellemekte, o konuda da tarikat bağlarını ortaya koymaktadır. Ancak Kesebir’i ihraç etmek, Ecevit’in “adam yeme” politikasında iştahını kesmemiştir. (Bu makale yayıma girerken 8 kişiden 3’ü kesin ihraç istemiyle disipline verildi!)
Kadınların Ankara’daki şeriata karşı yürüyüşünü, gülünç demagojilerle “bunu dine karşı bir tavır” olarak afişe eden Ecevit “dine saygılı laiklik” kavramı yumurtlayarak hepimizi Erbakan’ın arzuları doğrultusunda “dinsiz veya dine saygısız” ilan etmiştir. Solun parlamentoda gündeme getirmesi gereken kararlar onun yüzünden ancak MGK’da alınabilmekte, onlar da uygulanmadığı için ülke darbe sendromları ve şeriat başkaldırıları arasına sıkışmaktadır.
Sonuç olarak Ecevit kendisine gücünü ve efsanesini (!) veren CHP kadrolarına ve hatta tüm sol, Cumhuriyetçi kesime, Atatürk’e en büyük ihaneti yapmıştır. Onun büyük ve affedilmez suçu ülkeyi kaosun eşiğine taşımasıdır. Tarih kendisini yargılayacak ve bugün çağdaş insanların verdiği mahkûmiyet kararını “tescil” edecektir. Kendisi bugünden itibaren Irak ve Kıbrıs konferansları vererek veya Rahşan Hanım’a bağlılık şiirleri yazarak ömrünü geçirebilir. Ama Türk halkı, Türk aydını, Türk solu artık Ecevit dosyasını açılmamak üzere kapatmaya mecburdur. Ecevit’e destek veren her insan onun suç ortağıdır, RP’yi desteklemiş olmaktadır. Kamuoyuna duyurulur...
Bu örnekler tabii ki sonsuza dek çoğaltılabilir. Bu konularda yaptığım yüzlerce ikazdan birkaçını size aktardım. Ama herhalde ana fikir için yeterlidir diye düşünüyorum… Peki sol bu şekilde birbirini yerken, merkez sağ ne yapıyordu, Refah Partisi, hangi hedeflere yönelmişti, 2. cumhuriyetçi medya hangi tezgahlar peşindeydi?
(Sürecek…)
https://www.tiyatrobirileri.com/cozumleme-dergisi/cozumleme-kasim-aralik-2020-sayi-004/