20. yüzyılın ortalarından itibaren, 1980’lerin sonları ve 1990’lar boyunca -hatta neredeyse günümüze kadar- türban kartını en demagojik şekillerde kullanan Siyasal İslam, İkinci Cumhuriyetçi ve neoliberallerle dayanışma içinde merkez medyayı ele geçirmiştir. Tüm ikazlarımıza rağmen İkinci Cumhuriyetçiler, daha sonra kendilerini yok edecek olan yobazların önünü açma eylemini sürdürmüştür. 1989’da Berlin Duvarı’nın çöküşü, kendilerini artık “Türkiyeli sosyalist” olarak tanımlayan çeşitli grupların moralini fazla bozmamış, yaşanan bu evrensel dönüşümü pek kafalarına takmamışlardır. Bunlar arasında, PKK’yı direkt ya da dolaylı olarak destekleyenler, başka bazı marjinal oluşumlarla uzaktan da olsa kavramsal bir bağ kuranlar veya ender olarak Mustafa Kemal’e yakın durmayı seçen ama bu doğrultuda yanında başka hiçbir parti kabul etmeyen gruplar vardır. Sonuçta, 80’lerin ortasından itibaren, ilginç bir adı konulmamış ortaklık, daha doğrusu suç ortaklığı oluştu: Yobazlar, liberal ikinci Cumhuriyetçiler ve gergin/iddialı sosyalistlerin bazıları, Atatürk düşmanlığında buluşarak her türlü açık veya üstü kapalı işbirliğine giriştiler…

1980 sonrası üçe-dörde bölünen merkez Türk solu ise, 1993 yazında kurduğumuz Taban Operasyonu başta olmak üzere, tüm ikazları dinlemeden kendi felaketine koştu. Ecevit’in her türlü yakınlaşma önerilerini reddetmesi, SHP lideri Karayalçın ve CHP lideri Baykal’ın birleşmemesi sonucu 1994 yerel seçimlerinde solcular resmen Tayyip Erdoğan efsanesini sıfırdan kendileri yarattılar! Birebir yürüttüğüm görüşmelerde Karayalçın ve Baykal’a Taban Operasyonu adına sunduğumuz her somut yapıcı öneri, onlar yüzünden tarihin kaçan fırsatlar arşivine kaldırıldı.

Sonuçta, o tarihten itibaren Türkiye’de Siyasal İslam’ın varlığını güçlendirip sertliğini arttırdığı dönemde, dünyada da İslami terörün ivme kazandığı ve 11 Eylül/İkiz Kuleler saldırısına uzanan bir keşmekeş iklimi doğmuştur.

Türkiye tarihini daha fazla özetlemeye gerek yok. 21. yüzyılın ikinci yılından itibaren bu ülkeyi RTE yönetiyor. Biz onun bu şaşırtıcı ve “akıl sır ermez” başarısını başta Ecevit olmak üzere, Baykal ve Karayalçın’a borçlu olduğumuzu biliyoruz. Geçelim.

21. YÜZYILA GİRERKEN

Dünyada İslami terör son çeyrek asırda artış gösterdi. Bundan bağımsız ele alsak, Avrupa’da yaşayan Müslüman halk kitleleri, giderek o ülkelerin sosyal yaşamında etkin olmaya başladılar ve gelecekte siyasi ağırlık kazanacaklarının işaretini verdiler. Bu büyük kitlenin İslami terör tarafından kullanılmaya çalışılmaması için, Kemalizm’den esinlenen, dini değerlere saygılı ancak ödünsüz bir laiklik anlayışının önemi kaçınılmaz şekilde tüm dünyada arttı.

Avrupa’da sol, sosyalist ve Marksist partiler küçüldüler, güç ve momentum kaybettiler. Fransa’da her zaman en güçlü iki partiden biri olan Sosyalist Parti, son genel seçimlerde yok olma noktasına kadar geriledi. Blair döneminde İngiliz İşçi Partisi, Irak saldırısında Bush’un kapı kolu rolüne terfi ettiği için dünya sol algısı, gazı kaçmış gazozdan daha değersiz hale geldi. Merkez partiler ve siyasetin bu nedenlerle, Mustafa Kemal’in söylem ve dinamiklerinden esinlenmeleri, bugün düşünsel planda önemli bir alternatif. Ama dünyanın bunun farkına varması için, önce sesin Türk aydınlarından gür olarak çıkması lazım.

Türkiye’de sosyal demokratlar ve DSP’nin bölünerek beraber yok olmak şeklinde tezahür eden ilginç politik tercihleri, Türk siyasi yaşamında ağır sonuçlar doğurdu. CHP, 1999 seçimlerinde -tarihinde ilk defa- %10 barajına takılarak parlamento dışında kalmayı bile başardı!

Etki-tepki hattında, 21. yüzyılın iktidar partisinin karşısında, artık yalnız Atatürk’ün kurduğu parti kaldı. Hâlâ her ne kadar yönetimi o çizgiden farklı bir yapıyı içerse de, “Atatürk’ün izindeyiz” diye sesini kaybedercesine bağırmayı şiar edinmiş bir seçmen kitlesi var.

Tekrar konumuza dönmek istiyorum. 21. yüzyılda yalnız Türkiye’de değil, dünyanın pek çok ülkesinde Marksizm ve sosyalizmin artık büyük kitleleri heyecanlandıran, büyük umutlar vaat eden bir siyasi gelecek temsil ettiğini söylemek zor. Dünyada söz sahibi akımlar arasında, liberal kapitalizmin girişimcilik rüzgârını arkasına almış “sosyal devlet” Çin, milyarların işgücünü kullanarak büyüyen ve kendi Dolar milyarderlerini üreten Hindistan, uluslararası bir yayılım gösteren yobaz İslami terör, piyasa ekonomisi hattından yürüyen çeşitli Batı ülkeleri ve nihayet yaşanan tüm zorluklara rağmen geçerliliğini koruyan sosyal demokrat partiler var. Bir taraftan, hâlâ ezilmeye devam eden işçiler, köylüler, işsiz gençler, dar gelirli teriminin ekonomik yoksunluğunu tanımlamaya yetmediği halk kitleleri ve tüm bu kapitalizm/emperyalizm ikilisinin yaşattığı insanlık dışı deneyimlerden usanmış olan aydınlar, okumuş orta sınıf kitleler var. Buna rağmen ortada elle tutulur hiçbir “Marksist rüzgâr”, teorik umut olarak bile ufukta belirecek komünist-sosyalist bir mücadele odağı yok. Marksizm günümüzde kitleleri sürükleyen, milyonları harekete geçiren bir ana dalga akım değil ve bence artık o noktaya yeniden dönemez. Üç istisnadan biri Kuzey Kore. Onlar da Komünizmin ağır bir faşist yüz karası. Bu yazıda ele alınmaya değmezler. Çin, nev-i şahsına özel bir “hem komünist hem de ‘devlet kontrollü’-sosyalist-liberal (!) piyasaya dayalı bir devlet kapitalizmi. Küba ise bunlar arasında bildiğimiz sosyalist rejimleri ve ekonomileri en doğrudan benzeyen ülke. Aynı zamanda sosyalist ideallerle olan ilişkilerini kaybetmemiş ve dünyadaki imajını her zorluğa karşın iyi yöneten bir istisna. Dış sermaye açılımları son derece yavaş kontrollü ve tereddütler içinde yaşanıyor. Zaten herkes Küba’nın kendi içinde tarihi ile özdeşleşmiş bir özel vaka olduğunu biliyor ve dolayısıyla Castro ve Che’ye en hayran olan siyasiler bile Küba’yı kendileri açısından bir rol model görmüyorlar.

 

MARX, SOSYALİST TEORİ, EMPERYALİZMLE MÜCADELE: HEPSİ HAKLIYDI, DOĞRUYDU!

Kim aksini söyleyebilir ki? Marx tabii ki haklıydı. Yapıtları, özellikle de Das Kapital, sonsuza dek üniversitelerin ekonomi ve tarih bölümlerinin ana araştırma odakları arasında kalacak. Fabrikalarda, işçilerin sabahın köründen gece yarılarına kadar dizildiği üretim bantlarında, sekiz yaşında çocuktan 78 yaşındaki amcaya kadar ağır bir sömürü ve istismar sistemi olduğunu kim reddedebilir ki? Marx’ın altını çizdiği “artı değer” ve onların kapitalist dünyanın göbeğinde ucu bucağı olmayan dağ gibi acımasız birikimi; başta fakir ülkelerin zenginlikleri olmak üzere, maden/toprak/iş gücü üzerinden bitmez tükenmez bir iğfal ve sömürüyle, kimi zaman ırkçılık, şiddet ve faşizm üzerinden insan haklarını yok sayarak dünyanın iliğini sonsuz bir oburlukla kurutmayı sürdürüyor.

Dolayısıyla emek-sermaye çatışması da haklıydı. Che Guevara ve Deniz Gezmişler’in emperyalizme karşı savaşları tabii ki haklı bir mücadeleydi; davasındaki haklılığın hâlâ güncel kaldığı bir mücadele bu. Teorik olarak, Marksist fikirlerin doğumunun ardından, Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Birliği aracılığıyla dünyaya yayılması için uğraşılan, hatta bir dönem Amerikan rüyasının doğrudan alternatifi haline gelen komünist yaşam tarzının oturtulmaya çalışılan teorisi ve işleme mekanizmaları, kendi felsefesi ve ilk eşitlik arzuları içinde her şeyden önce iyi niyetliydi. İki kutuplu dünya içinde uzay, spor, müzik, satranç, eğitim, tıp, felsefe üzerinden yaşanan yarış, bir süre dünyanın itici gücünü oluşturan rekabet olarak da kayda geçti her alanda. Uzaya giden ilk insan Yuri Gagarin, olimpiyatlarda süren büyük madalya rekabeti, aya ayak basan ilk insan Neil Armstrong, Rejkavik’te yaşanan ve 50 güne yayılan o tarihi Fischer-Spassky satranç karşılaşması (sanki nükleer savaş kadar etki yapan, dünyanın nefesini tuttuğu bir süreçti!), ucu açık bir sonsuz alan savaşlarının yansımaları oluyordu.

Geniş perspektiften bakarsak, işin özündeki ideallerde Marksizm’in hedeflediği insan tipolojisi ve onun değer verdiği konular tabii ki, kendini tüketim kültürü ve vahşi kapitalist düzene endekslemiş Batı’nın çizdiği yoldan daha değerli görünüyordu. Kapitalizmin işçi haklarını yok sayan acımasız tavrı, sömürü düzeni, CIA ile desteklenmiş açık askeri operasyonlar, darbeler, Kore, Vietnam, Bolivya, Şili, Nikaragua’da yaşanan savaşlar ve işbirlikçi satılmış siyasiler aracılığıyla dünyaya yayılma politikaları, her biri dönemin sosyalist öncü liderlerini de, 68 Kuşağı’nın rüzgarını da öne çıkaran yadsınamaz gerçeklerdi. 68 Kuşağı, Batı’nın özgürlük ortamında en sert sosyal(ist) düşünceleri gösteri, tepki, protest müzik ve yaşam tarzı ile dile getirmeye karar vermişti.

PEKİ AMA, EVDEKİ HESAP, NEDEN ÇARŞIYA UYMADI?

Bunu anlatmak hem çok kolay hem çok zor. Devamlı bir sıcak savaş çatışmasının eşiğinde olan Amerika-Sovyetler gerginlikleri, uzun Soğuk Savaş dönemi, sonuçta dünyanın her yerinde her yaştan düşünen, öğrenen, kıyaslayan insanların algısı önünde yaşanan ağır bir rekabet alanıydı. Fakat bir süre sonra, “İyi de biz neyin mücadelesini veriyoruz” diye kendisine soru soran insanlar, karşılarında gittikçe “emperyalizm-komünizm” veya “sömürü dünyası-eşitlik/insanlık” mücadelesi yerine, insanoğlunun temel algı ve davranışlarına doğrudan etki eden “baskı dünyası-özgür dünya” dikotomisi ve çelişkisi ile karşılaştılar.

Hangi muhteşem emeller ve sonuçlar için olursa olsun, insan doğası baskı, yasaklar ve tehditler altında yaşamaya müsait değildir; ya tepki verip bunun sonuçlarına katlanır ya da sineye çekip nefretini içinde büyütür.

Sovyetler’in kendi uygulama pratikleri ile sosyalizmi önce kendi sınırlarında, sonra adım adım tüm dünyada yaşama geçirme hedefi insan doğasına aykırıydı. Zaten ortada temel bir çelişki vardı; tek bir partinin yani Komünist Parti’nin yönetici ve yönlendirici olduğu bir düzende teorik olarak kağıt üstünde proletarya diktatörlüğünden bahsediliyordu. Hâlbuki işçiler, yine aynı işçiler olarak yaşıyorlardı ve tek farkı, Batı’dakine benzer bir hayat sürmelerine rağmen, Sovyet düzeninin onurunu ve yarınlarını temsil ettiklerini hissetmeleriydi. Aralarından 1930’ların, 40’ların “sosyalist emek kahramanı” Alexey Stakhanov gibi, gereğinin 2-3 misli iş bitiren bir sosyalizmin gurur abidesi çıktığı zaman daha da alkış ve tebrik alıp aynı işe devam ediyorlardı. Ama ortada işçilerin, yani proletaryanın bir “diktatörlük” filan kurduğu yoktu, Komünist Parti üyeleri ise yok edildiği söylenen imtiyazlı sınıfın en imtiyazlıları olarak ülkenin içinde ayrı bir yüksek burjuvazi veya aristokrasi gibi var olmaya devam ediyorlardı. Şu farkla ki, halkın içinden Sergei, Boris’in veya Svetlana’nın yarın bir girişim başlatıp zengin olup daha güzel daha rahat daha refah dolu bir yaşam sürdürme umudu da yoktu. İleride her şey daha güzel olacak beklentisi altında, kitleler güneşi beklerken ezildiler, üç-dört kuşak insan sıkıntı içinde o teorideki saadeti göremeden, içinden veya dışından kaderine isyan ederek yaşadı.

Peygambervari bir üstünlüğe sahip olan süper-imtiyazlı Komünist Parti Yürütme Kurulu ve Üyeleri, en sert uygulamalarla milyonların birbirini ihbar ettiği, yıldırılamayanların veya fısıldaşmaları KGB ajanlarına yakalananların korkunç rakamlarda itlaf edilecek koyunlar gibi Sibirya veya Gulag Takımadaları’na sürüldüğü bir düzen inşa ettiler. Almanların, Nazi katliamlarını yok sayması gibi, özellikle dünyanın her yerinde “güneşli günler” umudu ile çalışan idealist ruhlu, ince düşünceli sosyalist insanlar da, Stalin’in soykırımlarına inanmadılar, bir kısmı da hâlâ inanmıyor! Hâlbuki bu rakamlar acı bir şekilde, Çin, Kuzey Kore, Kamboçya, Vietnam, Kuzey Kore, Doğu Avrupa dahil 50-100 milyon arasında dolaşıyor. Mesela, Soljenitsin’in yazılarında Stalin dönemi siyasi kurbanları 15 milyon olarak görülürken NKVD arşivlerindeki resmi kayıtlar 4 milyon olarak gösteriliyor. Stalin’in iktidarda kaldığı 28 yıllık dönemde, yok edilen insan sayısının 50 milyonun üzerinde olduğu biliniyor. Zaten takdir edersiniz ki, bir saatten sonra zulüm edilen ve bir ideoloji uğruna yok edilen insan sayısı ister 20 milyon ister 40 milyon ister söylendiği gibi 100 milyon olsun artık pek fark etmez. Farklı rakamlar vahşetin boyutunu değiştirmiyor. Bu nedenle faşist dinci rejimler ve tek adam diktotaryasıyla toplumu ezme peşinde olan komünist liderler arasında fark yok.

Böyle bir klostrofobik ortamda, Sovyetler ve periferisindeki Varşova Paktı Üyesi ülkelerde yaşayan milyonlarca insan, kapağı dışarı atmak, kaçmak, özgür dünyaya gitmek için hayatlarını riske ettiler. Arabaların bagajına, motoruna, trenlerin altına, kömür çuvallarının arasına saklanan, yüksek ölüm riskine rağmen özgürlük nefesini tatmaya çalışan insanlardan şanslı bir azınlık hedefine ulaşabildi. Çoğu kaçmaya çalışırken kurşunlarla delik değişik edilerek öldürüldü. Sosyalist ütopya, eşitliğin rüya alemi, herkesin mutlu olacağı, hiç kimsenin birbirinden kıskanacak hiçbir şeyinin olmadığı o idealize, o “cenneti andıran” teorik düzen, gerçek yaşamla hiçbir zaman buluşamadı. Alexander Dubček, özgür tartışmalar eşliğinde Çekoslavakya’da çeşitli reformlara imza attı. Özgürlükçü lider Dubček, direndi ama onun hareketi ve Çekoslovak gençliğinin simgeleri Bratislava ve Prag’da, 20-21 Ağustos 1968’de Rus tanklarını durduramadılar. 72 Çek vatandaşı ölürken, katliam yaşanmaması için halkından tanklara karşı koymamalarını isteyen Dubček tutuklandı ve Moskova’ya götürüldü. Ardından halkın baskısı ile ülkesine döndü, hatta kısa bir süre, Ankara’ya büyükelçiliğe atandı. Sessiz, üzgün ve hayalleri elinden koparılmış bir insan profili çizdi. Batı’nın sosyalist ve komünist partilerinin de, o gün Çekoslovaklar mı haklıydı yoksa Ruslar mı? Rus tanklarının Çekoslovakya’yı basması doğru muydu yoksa yanlış mı?” tartışması bugün hâlâ devam ediyor ve katı komünistler hâlâ Rus tanklarının yaptığı o kıyımın yanında duruyor. Sovyet Bloku, komünist anlayışı ve Marksizm-Leninizm’in bu şekilde yürüyemeyeceğini anlayarak o gün orada gerçeği görüp bu hareketten sonsuza dek kopan sosyalistler oldu.

Ancak Batıda yaşayan Türk, Rus veya Güney Amerikalı sosyalistlerin geneli, her şeye rağmen uzaktan ütopyanın yaşandığı yerlere büyük bir özlemle, sevgiyle ve alkışlarla yaklaşarak baktılar. Sosyalizmin Sovyetler ve Varşova Paktı dışındaki rejim âşıkları, hiçbir zaman o ülkelerde yaşamamış, oraları uzaktan hayranlıkla izlemiş veya her ziyaret ettiğinde yalnız güzelliklerini hissetmiş, sevgi dolu, ruhunda eşitlikçilik ve sömürü düzenine isyan eden, tepkisinde haklı, güzel insanlardı.

Nedense onlar da ziyaret ettikleri bu ülkelerde Moskova’da, Prag’da, Varşova’da, Budapeşte’de insanların neden apar topar kaçmaya çalıştığını algılamak için pek ciddi çaba sarf etmediler. Özellikle Berlin’de duvarın inşa edilmiş olması, parçalanmış aileler, Batı Berlin’e kaçmaya çalışanlar; ne yazık ki hiçbiri bu değerli insanların gözünü açmaya yetmedi. Kendi algı ütopyalarını yarattılar. Geçen yıl, Slovakya’da röportaj yaptığım arkadaşım, Slovak Sanatçılar Derneği Başkanı Pavol Kral, Berlin Duvarı çökmeden önce nasıl bir ülkede yaşadıklarını, nasıl en küçük seyahat izni için bile aylarca bazen yıllarca beklediklerini, nefes alışlarının dahi nasıl kontrol edildiğini ve en masum kitaplara bile ulaşımlarının ne kadar zor ve bazen imkânsız olduğunu bana etraflıca hatırlattı. Bir gün o röportajı yayınlamayı umuyorum, Türk solunun bugün de gerçek tarihsel algılardan uzaklaşmamak için bunu dinlemeye çok ihtiyacı var.

Kimilerine göre Gorbaçov’un ve hatta ardından 1991 Gennadi Yanayev’in KGB ile beraber yaptığı darbenin durdurulmasında büyük rol oynayan Boris Yeltsin’in SSCB’nin dağılmasında payı büyük. Ben ise bu dağılmayı, zamanı gelmiş fay hattı hareketinin sonucuyla yaşanan kaçınılmaz bir deprem olarak görüyorum. Utanç duvarının çöküşünü mutlu bir olay olarak görüyorum. O insanların cehennemden kaçar gibi apar topar arkalarına bakmadan, özel eşyalarını bile almadan, kendilerini Batı’ya atışındaki can pahasına özgürlük arayışı, insanlık için bir derstir.

Tekrar söylüyorum, bunları size bir solcu söylüyor, ama Kemalist bir solcu söylüyor. Marx’ın, Lenin’in hayallerine, hedeflerine, iyi niyetlerine, eşitlikçi ve adaletçi ideallerine saygım var, aksi düşünülemez. Ama ne onlar, ne bu düşüncelere gönül veren milyonlar, bu sonucu öngöremediler. Hangi duvarların daha fazla yükseltilemeyeceği, hangilerinin ise toptan yıkılması gerektiğinin anlaşılması için 60-70 yıllık bu süreçteki olayların belki de ne yazık ki yaşanması gerekiyordu! Sonuçta evdeki hesap çarşıya uymamıştı! İnsanın rahatça istediği gibi bir kumsalda oturma, rüya görme, hayal kurma, yaşam planı oluşturma, seyahat etme, diğer ülkeleri tanıma, diğer insanlarla özgürce konuşma-buluşma gibi tartışılmaz genel haklarının askıya alındığı bir sistem, tabii ki uzun soluklu olamazdı. O duvar çökmeseydi, Sovyetler Birliği’nin hegemonyası ve prangaları 1989’da çözülmeseydi, daha kaç kuşağın özgürlük özlemiyle sıkıntı içinde kaçış yolları araması gerekecekti? Tekrar ediyorum Sovyetler döneminin nostaljisini yaşayan Batı’da konuşlanmış sosyalistler, gidip orada o baskı rejimini, diyelim bir tek yıl yaşasalar kaçıp kurtulmak için akla karayı seçerler; ölümü göze alırlardı.

Sovyetler’in çöküşü ekonomik değil, ideolojik iflastı. Dünyanın en saygın, en ulvi, en güzel ve en insancıl idealleri ile yola çıkıp, dünyanın en kötü, en acımasız, en baskıcı ve en çok insanlık suçu işleyen rejimlerinden biri haline gelmek… Neye niyet, neye kısmet!

“KİMSE BİLEMEZDİ” Mİ, YOKSA BİRİ GELECEĞİ OKUDU MU?

“Bütün bunların yaşanması lazımdı kimse önceden tahmin edemezdi” sözlerim bir kişi için geçerli değil. Bu kişi de biliyorsunuz, Mustafa Kemal. O dahi asker, dahi beyin, henüz Atatürk soyadını almadan çeyrek asır önce de, bireyin ve rejimin özgürlüklerini, uluslararası temasların vazgeçilmez önemini yok sayan bir düzenin yürüyemeyeceğini, hem mantığıyla hem içgüdüsel olarak öngörüyordu. Ama yazımızın başında da belirttiğim gibi, Mustafa Kemal’in bağımsızlık ve özgürlük üzerine kurulu siyasi felsefesi, inşası başlamış SSCB’nin içine girip, bu harekete bağlanmasına maniydi. Lenin’le ve Bolşevikler’le diyalogundan stratejik olarak bildiğimiz gibi ciddi yarar sağladı. Ne yazık ki belki Mustafa Suphi döneminden başlayarak 21. yüzyıla kadar, Türkiye’de sosyalist solcular Atatürk’e saygı gösterdikleri zaman bile onun “yeterince ilerici bir devrimci olmadığını ve Osmanlı İmparatorluğu’nun üzerine laik bir cumhuriyet kursa bile, sosyalizme geçemediğini” öne sürüp onu Kurtuluş Savaşı ve emperyalizmi dize getirme konularında olumlasalar bile, bu eksen üzerinden eleştirdiler. Birinci yanılgıları, Mustafa Kemal’in devrimciliği komünizm noktasına taşıma kapasitesi olmadığına inanmaları ya da bu tercihi cesaret eksikliğine bağlamalarıydı. Bu iddialar, araştırmamın ana eksenlerinden biri olduğu için, önce söz konusu tezi öne süren bazı sosyalist yazarlardan alıntılar vermek istiyorum:

Hayri Kozanoğlu: “Tarihin o dönemini değerlendirirken eleştirel bir bakış açısının yanında, sevgi ve anlayışla o döneme yaklaşmak gerekiyor. Ben öncelikle bir Marksist, bir sosyalist olarak Mustafa Kemal’i bugün hayırla yad edilecek bir burjuva devrimcisi olarak değerlendiriyorum. Tarihin o dönemini değerlendirirken eleştirel bir bakış açısının yanında, sevgi ve anlayışla o döneme yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Bugün bir sosyalist açısından gerek ideoloji olarak Kemalizm’e sarılmanın, gerekse bugünün sorunların çözümünü ‘anti-Kemalizm’de aramanın birbirine eşit ölçüde ciddi tehlikeler içerdiğini düşünüyorum. Bir taraftan Kemalizm’in modernleşmeci, aydınlanmacı, bilime ve araştırmaya önem veren, kadına toplumsal alanda bir rol biçen ilerlemeci anlayışına sahip çıkarken Kemalistlerin İttihatçı gelenekten gelen tepeden inmeci, halka güvenmeyen, sınıf çelişkilerini görmezden gelen anlayışına takılıp kalmanın bugünün sorunlarına cevap vermeyeceği düşüncesindeyim. (…) Kemalist devrimi çok küçümsememek gerekir. Ümmetten, tebaa anlayışından yurttaş kavramına geçilmesini önemsiyorum. Ama o dönemki yurttaş kavramının, bugün karar sürecine doğrudan katılan, sistemi eleştirme hakkına sahip olan, kamudan sosyal hizmetleri aktif bir şekilde örgütlenerek bekleyen modern yurttaş kavramının içini dolduramadığını, o anlamda bunun aşılması gerektiğini görmek gerekir. (…) Öte yandan bütün ulus devlet yaratma süreçlerinin böyle köşeli, mitlere, sembollere fazla ağırlık veren, bugün için gülünç gelebilecek yönlerini de eleştiri süzgecinden geçirmek gerekir. Onu bir tapınma aracı olarak görmenin ne daha demokratik Türkiye’yi özleyen sade yurttaşlar için ne de sosyalistler için anlamlı olmadığına inanıyorum.”

Bir diğer sosyalist yazar Aydın Çubukçu’ya geçersek, “O, sınıf çıkarlarının gerektirdiği gibi davranmıştır. Önemli olan ona karşı mücadele etmekle yükümlü olanların neler yaptığı, neden gerekenleri yapmadıkları ya da yapamadıklarıdır.” (…) “İmtiyazsız, sınıfsız bir millet yaratmak ve onu tek bayrak ve mukaddes bir ülkü etrafında birleştirmek… Atatürk’ün Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren düşüncesinde köklü bir yer bulan hedefi aslında tam da budur. Bu yüzden, onun yönetimindeki Türkiye Cumhuriyeti, Batı’daki örneklerinden fazlasıyla feyiz almış, fakat eksik sermaye gücü dolayısıyla asla onlarla yarışamayacak olan özenti bir faşist diktatörlüktü.”

“Özellikle işçi ve emekçi kitlelerin derin yoksulluk içinde süründüğü, Kürt sorununun kendisini isyanlarla ifade ettiği, ‘komünizm tehlikesini’ hemen yanı başında sınırdan gelebilecek bir hayalet gibi gördüğü koşullarda, siyasal rejim olarak tercihini faşizmden yana yapması, sınıf eğilimleri, dünya koşulları ve öteden beri taşıdığı ve geliştirdiği ideolojik formasyon bakımından normaldir. Onu bu yüzden suçlamak, kimsenin aklından bile geçmemeli. O, sınıf çıkarlarının gerektirdiği gibi davranmıştır. Önemli olan ona karşı mücadele etmekle yükümlü olanların neler yaptığı, neden gerekenleri yapmadıkları ya da yapamadıklarıdır.” (…) “En büyük olması, soluğu daha 19. yüzyılın ilk yarısında kesilen bir devrim dalgasını 20. yüzyıla ve Türkiye gibi çorak bir toprağa sarkıtabilmesinden, ‘burjuvalığı’ bu sınıfın ufkunu hiç aşamamasından, ‘devrimciliği’ de aynı sınıfın ufkundan bakıldığında yapılabileceklerin azamisini yapmış olmasından kaynaklanır.” (…) “Atatürk'ün devlet ve toplum anlayışının ‘imtiyazsız sınıfsız bir millet yaratmak ve onu tek bayrak ve mukaddes bir ülkü etrafında birleştirmek’ olduğunu söylemek için aslında o uydurma alıntıya hiç gerek yoktu. Dönemin iç siyasete ait özellikleri ve uluslararası ilişkilerin genel çizgileri itibariyle siyasal rejimin esas mahiyeti özenti bir faşist diktatörlük olarak adlandırılabilir.”

Ne yazık ki, Türk sosyalistlerinin önemli bir kısmı da, Yön veya MDD’cilerin aksine Atatürk’ü böylesine hamlelerle sürekli küçümsemeyi, kendi sosyalistliklerinin vazgeçilmez bir şartı olarak gördüler. Bu örnekleri bu makaleye dahil etmemek mümkün değildi. Oysa tam tersine, Mustafa Kemal, 20. yüzyılı şekillendirebilecek tüm ideolojilerin neyin üzerine oturduğu ve nereye doğru yol alabileceğini o dönem dünyada en iyi gören ve anlayan lider olarak, tek parti diktatoryası üzerine kurulu bir rejimin, laik bile olsa, Hegelci anlamda diyalektik bir ilerleme süreci geçirebileceğine inanmadığı için sosyalizme saygı duydu, ama o topa girmedi.” Büyük önderi ilgilendiren, fikirlerin özgürce tartışıldığı, insanların birbirini ikna edebildiği veya orta yolun bulunduğu demokratik bir ortam yaratabilmekti. Türk sosyalistlerinin ikinci yanılgısı, Kemalizm’in bir “izm” olmadığı şeklindeki, -saygı duysalar bile- önleyemedikleri küçük görme duygusuydu. Onlara göre büyük düşünür sınıfındaki isimler Hegel, Marx, Engels, Proudhon, Bakunin, Troçki’ydi. Atatürk ise, olsa olsa ülkeyi Osmanlı’nın parçalanmasından sonra kurtarmış bir büyük asker ve halifeliğe son vermiş bir devrimciydi. Mustafa Kemal’in A’dan Z’ye, sosyal yaşam kültüründen felsefeye, hümanizmden ekolojik hassasiyete, sanattan edebiyata, modadan bilime ve teknolojiye kadar geniş spektrumlu bir aydınlanmayı hedefleyen; kendini her alanda hissettiren evrensel barışçılık içinde, her türlü ırkçılığı reddeden, uluslararası ortamda dostluk içinde diyaloglarına devam etmek isteyen, cinsiyet, etnik köken, inanç gibi öğelere ayrışmadan “herkes için eşit vatandaşlık” kavramı getirmeyi hedefleyen total bir Kemalist felsefe, yönetim biçimi ve yaşam modeli geliştirmiş olduğunu okuyamadılar, anlayamadılar. Mustafa Kemal’in Das Kapitalvari bir ekonomik analiz yapıtı çıkarmamış olmasını, bir tür yetersizlik gibi gördüler. Hâlbuki karşılarındaki adam, kendisinden önce veya sonra yaşamış hiçbir insanın, belki bir ömre sığdıramayacağı kadar yoğun ve kapsamlı bir sonuçlar dizisi sığdırmayı başarmıştı. Askeri ve siyasi olarak, kültür devrimi ve yaşam tarzı olarak, kurduğu kalıcı kurumlar olarak, kendisinden sonra dört kıtada ondan etkilenecek liderlere öğreti şablonu olarak… Sosyalistler, dünyada Che Guevara’nın, Fidel Castro’nun, Gandhi’nin, Habib Burgiba’nın ve onca başka üçüncü dünya ülkesi liderinin ondan nasıl etkilendiğini, sonsuz bir hayranlık duyduğunu göremediler.

“Sınıf çatışması” veya “Proletarya Diktatörlüğü” jargonlarını ve “Burjuva devrimcisi” diye Mustafa Kemal’e sataşmayı, kendi sözlüklerinin olmazsa olmazları haline getirdiler.

 

BUGÜN KEMALİZM’İ VE SOSYALİZMİN İNSANCIL İDEALLERİNİ BERABER SAHİPLENMEYİ BİLMEK

Konumuz, bugün Kemalizm’e yalnızca güvenmek değil, onu derin tarihsel kökleri ile ve yüzyıl üstünden her konuda haklı çıkışıyla anlamak. Burada her yaştan gençlere düşen yalnız körü körüne bir aşk ya da tarihi bağlılık veya Kurtuluş Savaşı destanının gücünü ve görkemini görmek değil. Ortada algılanması, yarınlara kapsamlı bir şekilde aktarılması gereken çok daha evrensel, çok daha geniş kapsama alanı olan, bir akarsu gibi berrak, gürül gürül bir felsefe ve bunun izdüşümleri var. Halkı ve aklı küçümsemeyen, yönetimde yolsuzluğu, dış politikada gereksiz gerginlikleri ya da savaşı hayatınıza karıştırmayan, “Yurtta sulh cihanda sulh” diyen, “Ne mutlu Türküm diyene” felsefesiyle herkesi eşit derecede kucaklayan büyük bir bakış açısı. (Lütfen demagoji yapanlara doğrudan yanıt verin: “Ne mutlu Türk kanı taşıyana” demiyor, bir eşit vatandaşlık kavramından söz ediliyor). Aradan geçen 60 yılda, bütün tuzaklara, sabotajlara, müdahalelere, tehditlere, yalanlara, iftiralara rağmen ayakta kalmış, Türkiye’nin kimi zaman dramatik, kimi zaman acıklı tarihi içerisinde “Feleğin çemberinden ve kaderin her türlü cilvesinden” imtihanları başarıyla tamamlayarak çıkmış, kendisini düşman listesinde bir numaraya oturtan yobazlara, bölücülere, emperyalizmin kullandığı kiralık beyinlere geçit vermemiş, yok sayılmaya çalışıldığı anlarda bile halkın teveccühünü bir an olsun kaybetmemiş, efsane bir destan. İşte bu nedenle Anıtkabir’e yine her fırsatta milyonlarca kişi akıyor.

Bugün geçmişsin hesaplaşmalarına girmeden, Türk solunun bu gerçekleri görmeyi kabul ederek içine sindirerek yeni bir pozisyon alması lazım. Kemalizm’in, bugün tüm dünyadaki sorunlara karşı laiklik ilkesi ile, karma ekonomisi ile, barışçıllığıyla, bilime, sanata ve doğaya verdiği önemle, bütünsel bir yaşam felsefesi ve evrensel çözümler sunan bir ideoloji olduğunu fark ederek, onu uluslararası boyuta taşımak, bugün bence Türk aydınlarının ve solunun Mustafa Kemal’e değil, insanlığa borcu! Çünkü gerçekleri görmeye cesaret edersek bugün dünyanın Kemalizme ihtiyacı var!

Diyelim ki bundan ortalama 100 yıl önce Marksistler’in ve Kemalistler’in insanlık için benzer güzel hedefleri vardı; emperyalizmin egemen olmadığı insanların hakça yaşadığı, sömürü üzerine kurulu olmayan bir düzen. Tabii ki bu rejimlerin birbirinden çok farkı vardı kıyaslamaları bir yere kadar yapılabilirdi, yaşananlar yaşandı; yapılabilir ölçüde bir özetini çıkardık. Marksizm aktardığımız sebeplerle tıkandıysa ve bu gerçeği bugün kabul etmek, artık tartışılmaz noktaya geldiyse vahşi kapitalizmi, emperyalist dişli makineyi, ırkçılığı, savaşçılığı, sömürüyü, yobazlığı, din sömürüsüyle kurulacak yeni dünya düzenini ve daha sayabileceğimiz çok şeyi durdurmak için Kemalizm hâlâ kitleleri heyecanlandıran ve sürükleyen bir büyük akımsa, bunu görmek, kabul etmek ve gereğini yapmak, her hümanist insanın boynunun borcu. Bu nedenle hâlâ emperyalist odaklar, yobazlar, Orta Doğu petrol baronları ve onca cerahatli beyin için en büyük ortak düşman Kemalizm. Bu arada, Marksizm’in kötü veya yanlış uygulanmasının yanı sıra, teorisinin de çelişkili ve insan doğasına uyumsuzluklarla dolu olması, gerçek anlamda hayatla buluşamamış olmasının gerekçeleridir. Ama bunlar, Marksizmin insancıl, idealist ve özgün olduğu gerçeğini değiştirmez.

Daha 17 sene önce tüm ikazlarımıza ve direncimize rağmen 1.500.000 Iraklı’yı sözde kitle imha silahları arama bahanesiyle katletmiş, ardından kendini tarihin karanlık ve kanlı sayfalarında iki paralık etmiş bir emperyalist canavarın, dünyanın yarınlarını ve yeni kuşaklarını çekinmeden ateşe atabildiği bir dönemde, son yüzyıl üzerinden en gerçekçi özet bakış açısını sizinle paylaşmaya çalışıyorum.

Marksizm insanların inanç ve kararlılıkla denemiş olmaları gereken bir yoldu. Marksizm’in asil emellerini en azından teoride anlamamış olanlar ya cahildir ya da faşist. Ama komünist ve sosyalistlerin önemli bir kısmı, duvarın çöküşünden sonra liberalizmin konforlu kucaklarına düştüler. Özellikle Türkiye’de bunun bedeli çok ağır oldu: Şeriatçılar ve İkinci Cumhuriyetçiler, 90’ların başından itibaren doğrudan el ele vererek Kemalizm’i infaz etmeye çalışmak için ellerinden geleni artlarına koymadılar. Bu şeriatçılar veya dini kullanan teröristler (terminoloji polemiğine gerek yok, onlar kendilerini böyle tarif ediyorlar), en yakın arkadaşlarımızı öldürdüler, hepimizi tehdit ettiler, onların partneri konumuna kendini geriletmiş İkinci Cumhuriyetçiler ise, medyada giriştikleri algı operasyonlarıyla, cumhuriyetin prestijini ve felsefesini hırpalayıp, yeni dinci ideolojiyi Amerika’ya uygun yeşil kuşak teorisi ile süsleyip, iş birliklerini zirveye taşımaya çalıştılar. Peş peşe iki referandumda değiştirilen rejimle beraber, raf ömürleri toptan tükendi ve liberalizm tasfiye edildi. Aralarında çok büyük hata yaptıklarını, yanlış ata oynadıklarını ve Türkiye’nin 20. yüzyılını hiç anlayamadıklarını, kendi kendisine itiraf edebilen kaç kişi var merak ediyorum! Medyada böyle “pişmanlık mektupları”na çok rastladınız mı? Bugün Kemalizm’e olan düşmanlık, ilginç yöntemlerle Atatürk’ün kendi Partisi’nde bile bildiğiniz gibi gündemde…

Bugün size elinizde halen var olan ve göz bebeğiniz gibi veya son nefesiniz kadar korumanız gereken ana yol göstericinizi hatırlatmak istedim.

21. yüzyılda bio-teknolojik devrim, yeni bir insan-yapay zekâ ilişkisinin ve robotların ve cyborg’ların da katılımıyla, evrendeki insan ilişkilerinin ve uzayın fethinin yeni sınırlarını ve sınırsızlıklarını bize aktarmakla meşgul. Dünyada artık üretimde madde yerine finans, hizmet, bilgi ve sosyal medya, Silikon Vadisi Endüstrileri olarak yeni sektörlere kaydığına göre, insanlık artık bu yeni post-endüstriyel dönemden farklı etkileniyor; paranın kullanımının entelektüel sermayenin, insan ilişkilerinin, ürün geliştirmelerin, bio-emek ve dijital emek alanlarının her gün yeniden tanımlandığı bir dünyada, Marx’ın döneminin temel değerlerinden ve ekonomik varsayımlarından hızla uzaklaşmaya devam ediyoruz. Robotların her alanda hızla devreye girecek olması, işçi ve emekçi sınıfın varlığını ve onun varoluşsal zorluklarını yeniden fark ederek, bu konuya yeni bir tanımlama getirmemiz ve yeni işlevlerle yüklü farklı bir gelecek çizmemiz gerektiğini düşündürüyor.

Sosyalizmin artık dünyada kitleleri heyecanlandırabilecek siyasal partilere, programlara ve gerçekçi iktidar hayallerine sahip olmaması, bu büyük 20. yüzyıl akımının ateşleyici unsurlarını da kaybettiğini mi gösteriyor bizlere? Hayır. Aksine bu konuda tersini söyleyebiliriz! Gerek 20. yüzyılın sosyalist önderlerinin görselleri, gerek sloganları, gerek Ciao Bella gibi komünizmin sembolik marşı, gerek dönemin kol kola girmiş yürüyüş modelleri, ıslıkları ve daha sayabileceğimiz çok şey, sosyalizmin nostaljisini rüya görme kapasitelerini, dayanışmacı ver direnmeye yeminli ruhunu, koca bir rüya bulutu gibi kendi dönemimizin gençliği üzerinde ateşleyici olarak kullanabiliyor. Mesela Türkiye’de Nazım Hikmet, Edip Akbayram, Ataol Behramoğlu, Zülfü Livaneli bu sol rüzgârın sosyal demokrasi aracılığıyla güncel siyasete akarsu olarak katılmasını sağlayan bir gerçek.

Kemalizm ise, 21. yüzyılda, hatta 3. bin yılda, önü her bakımdan açık bir ufuk vaat ediyor.

Çevreci, doğaya ve tüm canlılara her şeyden önce sahip çıkan yaklaşım, farklı enerjiler, bilim, teknoloji ve bizi bekleyen uzayın fethi ve karma ekonomi çerçevesinde serbest girişim kamçısı dahil hiçbir şey, Kemalizm’e ters düşmeyecektir. Dünyada emperyalizm de, vahşi kapitalizm de, sömürü de, ırkçılık da halen geçerliyken sosyalizmin eşitlik, dürüstlük ve adalet haykırışlarına tüm dünyanın ihtiyacı var

Şeriatçı Petro-Dolarların, emperyalist silah tüccarlarının, satılmış kalemlerin, rüzgâra göre yön değiştiren, çıkarcılıkta sınır tanımayan omurgasızların cirit attığı bir dünyada, sosyalizmin tartışılmaz şekilde zenginleştirici deneyim ve gerçek ideallerine herkesin gereksinimi var.

Çok farklı noktalardan beslenebilen Mustafa Kemal Atatürk, ilginç bir şekilde Leonardo da Vinci gibi, eskimiyor, eskimiyor, eskimiyor…

https://www.tiyatrobirileri.com/cozumleme-dergisi/cozumleme-eylul-ekim-2020-sayi-003/

 

Post Date: 01.09.2020
Share on