Batı’da yaşanan kaotik görüntülerden sonra, Amerika ve Fransa’nın 1. dünya ve 3. dünyayı harmanlayan, yeni “hibrid” çehresi hakkında düşünürken, aklıma önce “4. veya 5. Dünya” gibi daha klişe kilit isimler gelse de, bunlar ve benzeri her ismin farklı şekillerde kullanıldığını hatırladım. Dünyadaki atıllaşan onca bilgi yığını arasında “4. 5. 6. Dünyaların” kavram olarak cirit attığını görüyoruz. Bu nedenle, Batı’nın simge iki ülkesi olan Fransa ve ABD’nin bu hallerini en iyi tarif eden başlık olarak “Batık Batı”yı düşündüm. Yavaş yavaş suya gömülen büyük Batı medeniyetinin dev renkli transatlantikleri gibi… Ama buna rağmen, özellikle Fransa ve ABD özelinde yaşanan sürece toplu bakarsak, başlığa yine de “5. Dünya” tanımlamasını eklemekten kendimi alamadım. (4. Dünya, Afrika başta olmak üzere en fakir ve donanımsız ülkeleri için kullanılıyor. Ama ötesinde, 5. 6. ve 7. Dünyaların içerikleri de “çoklu muallak”ta…) Belki nasıl Roma veya Osmanlı imparatorlukları tarih içinde göçüp gittiyse, şimdi sıra yavaş yavaş 21. yüzyılın bu şekilde hibritleşen büyük Batısı’na geldi…
Trump’cıların, Washington DC’de Capitol Hill’i basması, 2-3 yıldır süren ve Batı’nın kalbinde yaşanan her türlü taşkın olayın apokaliptik “grande finale”siydi adeta. Siz bu makaleyi okurken dünyanın gündemi şu an Trump’ın azledilip edilmeyeceği, bunun için hangi yöntemin kullanılacağı, daha önce onca hazırlıkla deneyip başaramadıkları, Trump’ı Beyaz Saray’dan uzaklaştırma operasyonunu bu sefer
“2. Impeachment”ın ardından “mutlu son”a ulaştıramayacaklar var. Tabii bunun için Senato’dan onay almaları lazım.
Sahne inanılmazdı. Gerçeküstü bir Hollywood filminden çıkmış görünen, Viking’i andıran bir tipolojide, kendine Q Shaman adını uygun gören Jake Angeli lakaplı şahıs her temsili fotoğrafın ortasında yer alıyor; üstlerine sardıkları bayrak veya slogan dolu örtülerle maskeli baloya gider gibi giyinmiş “yol arkadaşları” ile beraber, Kongre baskınında tarihe geçtiklerini bile bile poz veriyorlar.
Trump dönemi, ister New York kulelerinde, ister hapishanede, ister boşanma mahkemelerinde bitsin, onun eksantrik imaj ve sözleri kadar, o bizon avcısına benzeyen Kongre içindeki şovmenin görüntüsü de hatırlanacak… Trump, bu maceraya giriştiğinde, dünyanın en güçlü koltuğunu terk etmemek için kitapta yazan ve de özellikle yazmayan her türlü numarayı denemeye kalktı, kendisini o noktaya taşıyan Amerikan rejimini dinamitleyerek tahtının gücünü ve hakkındaki potansiyel suç duyurularına karşı dokunulmazlığını sürdürmek istedi. Şimdi pişman mıdır? Bence kesinlikle! Ama hiç çaktırmamaya gayret ediyor!
İşin ilginç tarafı, Kongre binasını basan Trump’cılar, George Floyd olaylarında ortalığı yakarak yürüyüşe geçen milyonların siyasi olarak bir ölçüde zıttı. Peki aralarında küçük de olsa bir kesişme yok mudur? Belki, çok minimal düzeyde olabilir! FBI, Biden’ın “başkanlık” sıfatını kazanacağı 20 Ocak günü, 50 eyaletin merkezlerinde silahlı isyana girişecek gruplar hakkında duyumları olduğunu açıkladı ve önlemler almaya şimdiden başladı. O gün iç savaş görüntüleri yaşanmaması Amerika’da aklı selim her insanın temennisi. Ama Trump’tan bu konuda kitleleri ikna edecek net demeçler bir türlü gelemiyor! Pentagon, özellikle Amerika’nın başkentinden başlayarak ek güçleri sahaya sürerek, büyük hazırlıklar yapmak durumunda kaldı. Ortam gerilmeye devam ediyor.
BÜYÜK TABLOYA BAKALIM!
Şimdi daha genel bir hikayeye geçmek istiyorum. Nasıl olsa önümüzdeki bir hafta boyunca Amerika’nın iktidar geçişini, Kongre baskını skandalının artçı şoklarını ve Trump’ın acı dolu “anti-epik” serüvenlerini istesek de istemesek de izleyeceğiz. Lütfen konudan biraz daha uzaklaşıp Batı dünyasının ve özellikle Fransa ve ABD’nin son birkaç yılda hatta yüzyılda yaşadıklarına göz atalım.
ABD, Kongre baskınının inanılmaz görüntülerinden önce, başka kitlesel sokak hareketlerini, Covid-19’un getirdiği bomboş meydanları, George Floyd’un polis tarafından acımasızca öldürülmesinin ülke çapında yarattığı tepkileri, infiali ve yağmaları yaşadı. Amerika’yı 1960’larda kasıp kavuran siyahi hakları için Martin Luther King’in canıyla bedelini ödediği liderliğiyle örgütlenen “Sivil Haklar Hareketi”nden 60 yıl sonra bu sahnelerin hala gündemde olabilmesi, gerçekten yazık ve düşündürücü.
Amerika’daki olaylar aynen Fransa’da “Gilets-Jaunes” (Sarı Yelekliler) adıyla gerçekleşen büyük isyanların Macron ve hükümet karşıtı dev gösterilere dönüşürken Champs-Elysées’de gördüğümüz sinematografik sahneler gibi değil miydi?
BATI’NIN “MARKA DEĞERLERİ” NASIL BU DURUMA DÜŞTÜLER?
Batı ve onun kültürel liderleri ABD ve Fransa, dünyada demokrasi, hukuk ve politik kökeni oluşturan iki çıkış noktası. Özellikle son iki yılda ise en büyük şehirlerinde düzeni alt-üst eden, dev sosyal dalgaların yeni merkezleri. Fransa, gerek 68 Kuşağı’na Avrupa’ya yaşattığı büyük ajitasyondan, gerek gençler ve sendikaların bu 68 ruhu geleneğiyle sık sık hak talep etmek için, işi sokağa ve grevlere döken deneyimlerin izlerini DNA’sında taşıyor. Ama bugünkü ortamın içeriği ve dokuları çok farklı…
Fransa, kolonilerinden kendisine yadigar kalan Kuzey Afrika, Afrika ve buna eklenen Musevi ve Türk etnik gruplarla kendi “eski katıksız Fransız” dokusunu çoktan gerilerde bırakmış. Özellikle başkenti yeni bir sosyolojik fırtınanın merkezini oluşturuyor. Çocuk yapma oranları Fransız ailelerin üç misli olan göçmenler, matematiksel bir doğal çıkışla bir süre sonra egemen hale gelecekler. Élysée Sarayı, en fazla birkaç on yıl sonra türbanlı bir cumhurbaşkanı eşi görürse, kimse şaşırmasın!
Benzer durumdaki Amerika’da ise kaynama siyahilerden, Porto Rikolulardan ve Hispaniklerden ve gençlik arasında artan sol eksenli veya anti-kapitalist frekanslardan geliyor. Onların normalde temsil ettiği siyasi ve sosyal duruşun karşıt ekseninde yer alanlar ise, Washington Capitol Hill baskınında sokağa dökülen yeni sağcı, “redneck” şeklinde özetlenen “gürültülü-tutucu” yeni kovboylar!
Amerika’da, bu iki çok farklı dip dalganın izledikleri medya organları da birbirinden tamamen farklı; mesela CNN veya FOX haber… Ve bu gruplar arasında birbirinin medyasını takip eden yok denecek kadar az! Sosyal medya da bu büyük yarılmaya ağır bir katkıda bulunuyor; şöyle ki, mesela “Black Lives Matter” doğrultusunda internet aramalarına girişen gruplara, daha sonra hep bu yönde veriler ve sonuçlar sunuluyor! Bunların sonucunda mesela Amerika’da her iki partinin de desteklediği Temsilciler Meclisi veya Kongre kararları büyük ölçüde düşüşe uğradı. Kitlelerdeki kutuplaşmalar, sert futbol holiganlarınkine benzemeye başladı. Amerika’da “Güneş Kuşağı” olarak tanımlanan beyaz çiftçi egemenliğinin yoğunlaştığı bölgelerin kozmopolit doğu veya batı merkez kentleriyle pek kesişmeleri olamıyor.
Fransa’da da benzer şekilde, ucu ırkçılığa değen aşırı sağcı Le Pen’ciler ve varoşlardaki Kuzey Afrika/İslamcı frekanslara yakın grupların kesişme şansları yok! Ekonomik zorluklar ve sosyal kıskançlıklar bu ayrışmaları körüklüyor. Fransa ve Amerika’nın ayrıldığı nokta şu: Fransa göçmenlerine vatandaşlık haklarını verdiğinde onları tam “Fransız” kabul ediyor ve eşit statüde görüyor; Amerika ise konuyu “azınlık hakları” şeklinde ele alıp içindeki farklı yapıları ayrıştırıyor. Örneğin, kurumlara belli yüzdelerde farklı etnik azınlıklara uyumlu kotalarla iş vermek kanunen zorunlu kılınabiliyor!
Dolayısıyla değişen sosyal iklimde, bu sert duruşlar birbirini körüklüyor, daha da sivri hale geliyorlar. Bu arada medya ve sosyal medya sayesinde (veya yüzünden) ekmek ve yaşam hakkı arayan en düşük gelirli ile altın saraylarda havyar banyosu yapanlar sözde aynı rüyanın içinde buluşuyorlar, ama korkunç düş kırıklıkları yaşayarak ve yaratarak!
KENDİ CANAVAR KARŞITIYLA YÜZLEŞME
Hem Fransa’nın hem Amerika’nın bu bahsettiğim gergin etnisite noktalarında veya diğer frekanslarında yıllarca yaşadım; her ikisini de içinden biliyorum. Değişen hızlı demografilerini, çete savaşlarını, öğrenci olayları ve üniversite grevlerini, ailelerinin canlı kalma ve suça karışmama zorluklarını yerinde gözlemlerimle izledim!
Televizyon program geçişlerindeki hızlandırılmış Boğaz vapurları veya bulutlar gibi, artık yaşam da aynı korkunç süratle akıyor. İnsanlar “başarı öyküsü” olarak gördükleri, dolar milyarderi olma hikayelerini sürekli okuyarak, kendi çaresizliklerinde daha da debelenir hale geliyorlar. Bir spor firmasının ünlü sloganı “tek yaşamın var, kaçırma, yaşa” (one life live it), ne yazık ki gerçek hayatta adeta “tek yaşam hakkımız vardı, onu da ıskaladık” (One life, we missed it) sloganına dönüşüyor! Bu da hayal kırıklığını arttırdığı gibi, yıllarca sömürülen köleler, ırklar ve kolonilerin bıraktığı izlerden fışkıran hesaplaşma, varoluşçu bir şekilde bu yüzleşmeyi “şimdi”ye taşıyor.
Böylece, her şeyi yakıp yıkmanın mübah ve tarihsel etik açıdan normalleştiği bu şizofrenik ortamda, sosyal dokular kendi bağırsaklarından “Alien” filmindeki gibi karşıt canavarlarını yaratıyor. Karınlardan kankardeşi değil, kandüşmanı yaratan ortamlarda siyaset ve gerçek yaşam farkı hızla açılıyor. Apokaliptik ortamda adeta 200 metreye ulaşan sosyolojik tsunami, toplumların suratına çarparak onları asırlık uykularında yakalıyor. Böylece “Amerikan ayrıcalığı” rüyası da bitmiş oluyor.
Sonuçta Amerikan rüyası da, demokrasisi de, güçler ayrımı da tuzla buz oluyor. Batı’nın dünyaya yaydığı savaş, sefalet ve açlık gerçekleri artık kendi ülkelerinde bile demokrasi palavrasının kendi ellerinde patlamasını beraberinde getiriyor. Batı’nın yeni çehresi bundan sonra hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak. John F. Kennedy 1963’de Amerikan faşizmi tarafından kendi halkının önünde infaz edilmeden önce ülkesinin hangi tehlikeli sulara çekildiğini dehşet içinde görerek, CIA, FBI, Pentagon, büyük kapitalistler, savaş endüstrisi ve mafyaya karşı aynı anda savaş açma çılgınlığına cüret etmişti (!) Esasında tam bir sosyal demokrat lider gibi hareket ediyordu. Ama ABD düzeninin en faşist odaklarının gözünde o bir “gizli komünist”ti. JFK bu çabalarını canıyla ödemek zorunda kaldı. O günden sonra, Vietnam’dan Latin Amerika’ya, Irak’tan tüm Orta Doğu’ya kadar ABD dünyaya kendi çıkar kararlarına göre şekil vermeye kalkıştı ve bu neredeyse 60 yıldır böyle sürüyor!
Kapitalizm, acımasız ezici ve umursamaz tavrı ile emek gücünün ucuzunu ister göçmenlerde ister Uzak Doğu’da arama sevdasının da ötesinde, “insan fazlasından kurtulma” yöntemlerini araştırıyor. Bunu orta vadede Covid-19 sürprizi mi yoksa robotlar mı sağlar, kim neyin peşinde orasını yaşayarak (?) göreceğiz…
Silikon Vadisi’nin, dünya servetinin hatırı sayılır bir kısmını tek başına dijital numaralara sığdırıp iç ettiği yeni bir 3. binyılda, bu ortamın büyük yıldızları için belki rejimler de, kongreler veya senatolar da, Covid-19 ile mücadele senaryoları da, insanların kişisel verilerini ve özel hayatlarını, düşünce özgürlüğünü koruma altına alma arzuları da, artık eski bir belgesel filmden sahneler gibi…