Paris’te Saint-German Bulvarı’nda, 3-2 lik büyük Euro 2008 zaferinin keyfiyle cafe alternatifleri arasında elimde gazetelerim kalakalmışken, karşı kaldırımda gençliğimi gördüm. Yarı hızlı, yarı aylak adımlarla yürüyordu. Yanında anımsayamadığım kumral bir kız vardı. Acaba 70’lerin modasına uygun olarak İskandinav mıydı, yoksa Amerikalı mı? Onu süzmekle yetindim önce, şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak. O hala “şerefli mağlubiyetler” dönemini yaşıyordu... Futbol patlamamızdan bihaberdi...

Saçları benden uzundu, çok sevdiğini bildiğim o lacivert “Lamar Viking” tişörtünün arkasında bir delik vardı. Herhalde görmemişti ya da umursamıyordu. Tabii ki tenis ayakkabıları ayağındaydı. Hayatının bu spor üstüne kurulduğunu herkes anlamalıydı. Kız arkadaşıyla şimdi artık orada olmayan drugstore kahvesinin mönü fiyatlarına bakıp uzaklaştılar. Arkalarından yaklaşıp yere bir 50 Euro da düşüremezdim, çünkü onun dünyasında az miktarda da olsa, tabii ki, yalnız Franklar vardı.

Beyninden neler geçtiğini çok iyi biliyorum: Hayat sonsuzdu, aynen başarı hanesine sıkılmadan ısrarla yazdığı sevgilileri gibi! Tüm dünya nasıl olsa gezilecek, fethedilecekti. Yaşam sonsuz başarı alternatifleri saklıyordu. Her şey görülmeli, her şeyin tadına bakılmalıydı ama zaman sonsuz olduğu için o aralar her gün aynı yere gitmekte de bir sakınca yoktu. Onun tek derdi Sorbonne Üniversitesi’nin insanı bezdiren imtihanlarıydı. Sonuçta Galatasaraylı arkadaşlarla beraber üç futbol kavgası arasında, ortaklaşa onları da hallediyorlardı. “Ah şu okul bir bitse, şu imtihanlardan bir kurtulsak” diye iç çektiği belliydi. Arkasından yetişip, omzuna dokunup hiç olmazsa yol sormak için konuşmak istedim. Ama elimdeki kitap ve gazete paketi ağırlaşırken, o köşeyi döndü, elini kızın omzuna attı, kayboldu, gitti. Belki amcasına benzetirdi beni konuştuktan sonra, ne bileyim ben?

Aramızdan 30 yıl akıp gitmişti. Tutucu Avrupa’yı, “özgürlük alanı” olarak tanımladığı California için boşamayı kafasına çoktan koymuştu. Oradaki yedi yılın ardından da “ver elini Türkiye”...
Düşündüm de, tüm dünyayı gezebildim mi? Epey yer gördüm, ama hep aynı yanılgıyla: “Canım işte şurası, uçağa atlayıp kolayca geliyorsun, nasıl olsa tekrar geliriz”. Halbuki gerçeğin bununla alakası yok. Nerede kolay kolay hem Kore’ye, hem Arjantin’e, hem Küba’ya, hem Mısır’a, hem Japonya ya, hem Rusya’ya gideceksin? Bir de “henüz” (!) görmediğin onca başka yer: Kanada, Siyah Afrika, Ukrayna, Sibirya, Meksika, İzlanda, Hindistan, Tibet, Endonezya, Patagonya… Öyle durduk yerde gülmeyi bırakın. Patagonya diye bir yer var. Arjantin’e gittiğimde de son derecek yakındım. Ama hesap bu ya? “Ya şimdi pek vakit yok, zaman sıkışık, bir dahaki sefere!” Pardon, hangi sefere? Ya da kaçıncı sefer dediniz?? Elimizdeki “bahar” sermayesini hızla tüketiyoruz da, onun için söylüyorum. Biliyorsunuz banyodaki suyu boşaltırken, son kalan bölüm kaçar gibi gider de… Kaç baharımız kaldı? Kim koydu bu saçma kuralları? Belki en güzel insanlar, henüz tanışmadıklarım! En güzel yerler, henüz görmediklerim! Neyse, hiç olmazsa Internet’te “en güzel yerlerin” fotoğraflarına da bakıyoruz “önceden” tanımak için. Nasıl olsa hepsine on kere gideceğiz ya!

Kahveye oturmaktan vazgeçtim. Münasebetsizliğe gerek yoktu. Çocuğun hayat akışını filan kazara değiştirme riskine girmemeliydim o mahallede kalıp. Arabama geri dönerken, Concorde istikametinde yürüyüp, sağda demir parmaklıklar arkasında küçük bir bahçenin önüne konulmuş“Square Taras Chevtchenko 1814-1861, Ukraynalı şair” plaketini gördum. Kimdi acaba? Yoksa çok meşhur da ben mi tanımıyorum? İşte yaşam bu… En iyi ihtimalle, her şey umduğun gibi giderse, bir iki cadde ve meydan ismi oluyorsun yok olduğunda...
Tarih yazımını gelecek kuşaklara bırakıp bugünlere bakalım. Tarihin ne yazacağını zaman bilir, gerisi palavra. Şu kısa ömürde, yaşamaya mahkum edildiğimiz dar alan aslında içler acısı. Bir futbol takımı kadar, on bir tane yobaz gündem oluşturuyor, bizler de onların ardından koşar duruma düşüyoruz, “yok öyle değildi, böyleydi”, “yok saptırıyorsunuz”, “yok yalan söylüyorsunuz”… Ya da aramızdaki konuşmalar , “ Duydun mu dün ne yapmışlar?”, “Duydun mu Sivas’ta bir restoranda ne olmuş?”, “Duydun mu hangi öğretmene ne ceza vermişler?”, “Hadi ya, bu kadar olmaz”...
İşte birer müdafaa elemanı olarak, itildiğimiz son nokta bu. Yaşam bu kadar ucuz harcanacak bir şey mi, lütfen söyler misiniz? Neredeyse hiçbir birikimimizi bu topluma yapıcı olarak harcayamadan alçakça üretilen gerici ve sahte gündemlerin gölgesinde yaşıyoruz…
İleride bir torunum olursa ve buralara gelip yaşarsa, bu yazıyı da okursa, ne der acaba? “İyi ki dedem ve kuşağı, bugünleri görmedi” mi der? Yoksa daha güzel bir cümle duyar mıyız?

Ben en iyisi tekrar şu Quartier Latin’de gezen gençliğimi bulayım da “bak bi kabus gördüm, lütfen ülkeye sahip çıkın, şu Devlet Planlama Teşkilatı’na bir el atsanıza Allah aşkına, zaman ayarlı bomba orada gizli” diyip, bir tarih kaydırması deneyeyim, ne dersiniz?

Yazı Tarihi: 05.01.2011
Kategori: Yaşamdan
Paylaş
Benzer Yazılar
22 Ocak 2013
Görüntülenme:

01 Ocak 2013
Görüntülenme:

04 Eylül 2012
Görüntülenme:

Videolar
Alt
Bedri Baykam "Gerçekleştirdiğim en önemli yapıtlardan biri" olarak tanımladığı "Burası Benim Hamamım"ı anlatıyor.