Karl Marx ve Friedrich Engels’in beraber geliştirdikleri genel analiz ve düşüncelerin vardığı teorilerin, kümülatif bir birikimin ardından gerçek hayatla buluşma süreçleri, dünyanın siyasal, sosyal, ekonomik, felsefi hatta sanatsal çehresini dramatik ölçülerde değiştirdi. Dünya, bir daha aynı yer olarak kalmadı. Doğumundan itibaren yaklaşık 150 yıl boyunca somut etkilerini hissettiren bu büyük akım, önce Marx’ın kafasında şekillendi. Dönemin reformist gazetesi Rheinischer Zeitung’da yolları kesişen ikili, kapitalizm ve devlet yönetimi noktasında ilk belirleyici metinlerini, tanışmalarından dört yıl sonra, 1848’de Komünist Manifesto ile ortaya çıkardılar. Belçika’dan sürgün edilmeden önce Köln’de, ardından da Londra’da, Marx’ın 1883 yılındaki ölümüne kadar beraber çalışmayı sürdürdüler. Engels, ilk cildi 1867’de yayınlanan Das Kapital’in son iki cildini Marx’ın vefatının ardından, 1885 ve 1894’de yayınladı.
Marx ve kendisinden 12 yıl sonra gırtlak kanserinden ölen Engels, geliştirdikleri düşüncelerin yeryüzünü temelden sarsacağı 20. yüzyılı ve Sovyetler Birliği’nin 1922’de gelen doğuşunu göremediler. Neden olacakları sıcak ve soğuk savaşları, hayatını kaybedecek veya yaşamları negatif ya da pozitif yönde etkilenecek on milyonlarca insanı tanımadılar. Onlar, dünyayı etkileme ve değiştirme arzusuyla çalışsalar da, bu kadar derin etki-tepki depremleri yaratacaklarını öngöremezlerdi.
Jean Jacques Rousseau, Hegel, Adam Smith, Ricardo, Proudhon gibi isimlerden etkilendikten sonra adım adım kendi teorilerini üreten Marx, kapitalizmin kendi yıkımına koşmasına neden olan iç gerilimler ürettiğini, burjuazi ve işçi sınıfı arasındaki gerginliklerin “proletarya diktatörlüğü” geçiş dönemi ile farklı bir ilişkiye gireceğini ve böylece bir nevi üreticiler topluluğu tarafından yönetilen, sınıfsız bir topluma, eşitlik içinde komünizme ulaşacaklarını savunuyordu. Marx, “Şimdiye kadar ki tüm toplum tarihi, bir sınıf mücadeleleri tarihidir” diyerek özetliyordu sosyal dünyanın gelişimini.
Vladimir İlyiç Lenin, Marx ve Engels’in geliştirdikleri fikirlerin, 1917 Ekim’inde Çarlık Rusyası’nı yıkarak başlayan devrim sayesinde dünyaya yayılabileceğine inandı. Her ne kadar “Marksizm-Leninizm”, tanımlaması Lenin hala yaşarken de terim olarak kullanılsa da, bu değimin evrensel standart kullanımı onun ölümünden sonra yerleşecekti. 1918 Ağustosu’nda bir sosyalist devrimci parti üyesinin, Lenin’e sokakta üç el ateş etmesine ve bu yüzden kalıcı yaralar almış olmasına rağmen, herhalde halefi Stalin’in vereceği zararları anlamış olacak ki, bu sürecin sonuna kadar yerine geçmesine karşı çıktı. Hikâyenin gerisi de zaten malumunuz...
Sonuçta, 1989’da Berlin Duvarı düşene kadar, Marksizm uluslararası sol dünyanın merkezi ve atar damarı olarak kalmayı başardı. Marx’ın adı, ölümünden sonra da en az 100 yıl uluslararası politikanın göbeğinde ve en etkin noktalarında kaldı. Daha sonra da zaten çoktan yerleştiği siyaset, ekonomi ve felsefe kitaplarında ve akademik tartışmalarda, büyük ihtimalle sonsuza dek sürecek ebedi yaşamına devam etti.
Mustafa Kemal, Ekim Devrimi yaşandığında Osmanlı ordusunun genç ve muzaffer bir tümgeneraliydi. Ayrıca kendini çok iyi yetiştirmiş bir aydın, bir düşünür, felsefi derinliğe sahip bir devrimci, liderlik vasfını DNA’sında taşıyan özel bir insandı. Dönemine egemen olan ideolojik yaklaşımların siyasi pratiklerini iliğine kadar araştırıyordu. Doğal olarak, 1919’da Samsun’a ayak basmasına 1-2 yıl kala, Ekim Devrimi’ni ve Marksizm’i de incelemişti; süreci takip ediyor ve Bolşevikler’le teması sürdürüyordu. Gerçeği söylemek gerekirse, Mustafa Kemal ve Sovyetler arasındaki ilişkinin en sade tanımı karşılıklı saygıydı. Rasih Nuri İleri’nin “Atatürk ve Komünizm” kitabında çok ilginç bölümler var: “Atatürk olmasaydı, 1917 Ekim Devrimi olmasaydı, Türk-Sovyet dayanışması olmasaydı, bugün Anadolumuzda ne Türk, ne de Kürt olurdu. Ege, Trakya, Batı Anadolu ve belki de Karadeniz ‘Büyük Yunanistan’, Trabzon, Siirt ve Adana’nın oluşturduğu üçgen ‘Büyük Ermenistan’, Antalya bölgesi ise İtalya mandası olurdu. Hepimiz Balkan Müslümanları gibi ya ezilmiş bir azınlık olur ya da asimile edilirdik. Bugün Türk kapitalizmi de söz konusu olamazdı, Türkiye işçi sınıfı da. Sevr bu demekti!”
İleri, şu notu da ekliyor: “Türkiye’yi taksim planları Sevr’den bile eskidir. 1916 yılında İngiltere ile Fransa arasında imzalanan Sykes-Picot Antlaşması, Türkiye topraklarının nasıl paylaşılacağını düzenliyordu.”
Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Türkiye’nin de, Sovyetler’in de ittifaka ihtiyacı vardı. İtilaf devletlerinin Osmanlı topraklarını paylaşmak için yaptıkları gizli anlaşmaları, Sovyetler’in dünya kamuoyuna açıklaması çok önemli bir gelişmeydi ve Osmanlı hakkındaki gizli diplomasi böylece ortadan kalkmıştı. Lenin’in şu önemli sözleri unutulmazdı: “Rusya Cumhuriyeti ve hükümeti başkalarına ait olan toprakların gasp edilmesinin şiddetle karşısındadır, İstanbul Müslüman Türkler’in elinde kalmalıdır.” Mustafa Kemal’in de aynen Lenin gibi emperyalizme ve toprak ağalarına karşı verdiği mücadele yadsınamaz. Bir yandan da sürekli batı ülkeleri ile harp içinde olduğumuz gerçeği, Mustafa Kemal’in cumhuriyeti kurduğu zaman Sovyetler’e yaklaşacağı gibi çeşitli düşünceleri, insanların ve diplomasinin gündemine taşımıştı. Bu açık yakınlaşmalara rağmen siyasal ve felsefi düşünce akımları arasında Mustafa Kemal’i en çok ilgilendiren ve etkileyen Fransız Devrimi’ydi. Batı dünyasını alt üst eden bu dönüm noktası hakkında sayısız kitap okumuş ve not tutmuştu; zaten Fransızca biliyor olması da bunu kolaylaştırıyordu. Mustafa Kemal, Marksizm-Leninizm’den yeterince etkilenmediğinden, komünizm kavramından uzak durmaya çalıştığından veya (Türkiye’de ne yazık ki, ileride değineceğimiz gibi, uzun süreler tartışma ortamlarında dillendirildiği gibi) yeterince devrimci olmadığından değil, inandığı yaşam felsefesi ile ters düşen temel noktaları olduğu için Sovyetler Birliği’nin çizdiği rotaya yaklaşmadı. Halbuki, savaştığı batı ülkeleri yerine, Kurtuluş Savaşı sonrası yeni bir yapıya geçerken Türkiye Cumhuriyeti devrimine kucak açan, kendisine dostluk gösteren Bolşevikler’e yaklaşabilirdi. Zaten Mustafa Kemal’in İngilizlere ve Fransızlara karşı başarısını kendi güvenliği açısından hayati görüyordu. Ama bunu yapmamasının çok net ve kolay öngörülür iki gerekçesi vardı: Birincisi, Mustafa Kemal’in ulusal boyutta “Bağımsızlık benim karakterimdir” diyerek, hayatının her aşamasında bu refleksle hamlelerini yapan bir lider olmasıydı. Dolayısı ile bir başka büyük ülkenin peyki konumuna bizi düşürecek bir bağlantıya, yeni kurduğu, gözbebeği gibi baktığı genç Türkiye Cumhuriyeti’ni daha ilk dakikadan dahil edemezdi. İkincisi, Mustafa Kemal’in temel felsefesini temsil eden bir tek kelime varsa, o da özgürlüktü. Hayatının her noktasında tartışmalar sonucunda fikirlerin oluşmasını, açık beyin fırtınalarını ve oylamaları esas almış, rotasını bu şekilde saptayan bir insandı. Mustafa Kemal’in dolayısıyla ana hedefi önce proletarya diktatörlüğü, ardından tek bir komünist partinin yönlendirici olarak gidişatın yegane sahibi olduğu herhangi bir yapıyı ulusuna sunması gündemine bile gelemezdi.
Bakın yine Rasih Nuri İleri, bu konuda neler söylüyor:
“- Atatürk komünist miydi?
Kesin olarak hayır. Kurtuluş Savaşımızın büyük lideri hiçbir dönemde ne komünist, ne de sosyalist olmuştur.
- Atatürk bir Sovyet rejimi kurmak istedi mi?
Kemal Paşa zorunluluk duysaydı, bu rejimi de kurardı, ancak kendisi kurardı. Paşa, Lenin’in öngördüğü proletarya devrimini hiçbir zaman kabul edemezdi. Devrim olacaksa, onu yukarıdan kendi kadrosu ile gerçekleştirecekti. (...) 1913 yılında Türkiye sanayi işçisi sayısı 16 bin civarındaydı. Kaldı ki işçilerin çoğunluğu işgal altındaki birkaç sahil şehrinde toplanmıştır.
Liderlik dediğin...
‘Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar. Evet bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım bir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca hareket etmesini bilmem. Ben kalpleri kırarak değil kazanarak hükmetmek isterim.’ Mustafa Kemal ATATÜRK”
Evet, İleri’nin hatırlattığı gibi, demokrasiye inanan Mustafa Kemal, kalpleri kazanmak üzerine kurulu bir siyasetin insanıydı. İnandığı rejim, şeffaf bir “serbest münakaşa” öneriyordu. İsteseydi çok büyük rahatlıkla halife de olurdu, imparator da… Tek partili rejimde başkan da olurdu, başbakan da, cumhurbaşkanı da… Ama o, bunların hiçbirini istemedi. Cumhuriyet’i kurduktan sonra çok partili rejime geçişin bütün yollarını açtı. Mustafa Kemal, Sovyetler’le bir rejim flörtüne veya sırt sırta somut dayanışmalara girmedi. Lenin ve Sovyetler ile yakınlıklarına rağmen, 1920’lerde ve 1938’de gerçekleşen çeşitli baskın ve tutuklamalar, Cumhuriyet bürokrasisinin Marksizm’le arasını mesafeli tuttuğunu göstermiştir. Buna bir de, tartışmalı bir zeminde duran Mustafa Suphi’nin Karadeniz’de öldürülüşü eklenirse (rivayetler muhtelif), fatura daha da büyür. Bakü’de Türkiye Komünist Partisi’ni kurduktan sonra Ankara’ya gelmeye çalışan Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı Kars’ta törenlerle karşılandıktan sonra, Erzurum’a ve Trabzon’a sokulmadılar. Bu Ankara’nın da isteğiyle gerçekleşen bir tepkiydi. Mustafa Kemal’in, Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Ankara’da sıcak bir şekilde karşılamaya niyeti hiç yoktu. Burada gösterilen özen, tepkilerin “dost Bolşeviklere karşı” değil, bu şahıslara karşı oluşunun ifade edilmesiydi. Mustafa Suphi ve arkadaşları Karadeniz’e bir takayla açıldıktan sonra, Yahya Kaptan ve adamlarının saldırısı ile katledildikleri çeşitli kaynaklarda, Enver Paşa’nın parmağı da gündeme getirilerek farklı şekillerde anlatılır.
1923’te gerek CHP’yi gerek Cumhuriyeti 50 gün arayla kuran Mustafa Kemal, CHP’nin ilkelerini de “Altı Ok”la tanımladı. Sosyalist kökenli bir Kemalist olarak tanımlayabileceğimiz devrim şehidi, büyük aydın Ahmet Taner Kışlalı, “Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabında Altı Ok’un kökenlerini şöyle açıklar: “Kemalizm'in önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve çağdaşlaşma. Bu ereklere ulaşmak için, ideolojinin çerçevesini oluşturan ulusçuluk, cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri Fransız Devrimi ve dolayısıyla liberalizmden; devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de sosyalizmden esinlendi.” En başından itibaren Mustafa Kemal’in ideolojik yörüngesindeki diğer değerler ise barış, demokrasi, hümanizm ve doğa sevgisiydi...
Mustafa Kemal döneminde çok partili rejime geçme denemelerine gelecek olursak, Türkiye’de henüz bu olgunluğa yaklaşabilecek bir muhalefet havası olamadığından, önce Terakkiperver Fırka sonra da Serbest Fırka ne yazık ki duvara tosladı. İlkinde Mustafa Kemal’e karşı suikast girişimi, ikincisinde İzmir’de 1930’da kanlı nümayişler, Mustafa Kemal’in görmek istediği çok partili rejimin gelişini geciktirdi. Bu nedenle tam demokratik parlamenter rejime geçiş, 2. Dünya Savaşı sonrasını beklemek durumunda kaldı. Kemalizm’i kendine has, sola yatkın bir devlet ideolojisi olarak tanımlamak isteyen Kadro Hareketi (Şevket Süreyya Aydemir, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin), devrimleri ideolojik temellere oturtmak istedi. Sosyalist devlet ekonomisi görüşünün ağır basması eleştirilere yol açtı ve Hareket 1935’ten sonra dağıldı.
Halkevleri, 1911-12’de açılan Halk Ocakları’nın bir nevi devamıydı. 1930 ve 1931 başında Atatürk bu Ocakları ziyaret eder ve konuşmalar yapardı. Ardından 1931’de CHF (CHP) Kongresi’nde Halk Evleri’nin kuruluş kararı alınır. Sorumlu isimler arasında yine Şevket Süreyya Aydemir, Ziya Cevher Etili ve daha sonra (80’lerde) başbakanlık yapacak olan Sadi Irmak vardı. Türk gençlerinin yurt çapında çağdaş kültürle tanışması için kurulan Halkevleri, 19 Şubat 1932’de 15 kentte aynı anda açılmış ve büyük ilgi görmüş, kapılarını tüm vatandaşlara açarak bilgi, kültür ve okuma seferberliği başlatmıştı. 1950 yılına kadar inanılmaz bir başarıyla 4500 konferans, 900 konser, 1630 film ve 267 sergiyi milyonlarca vatandaş izlemişti ve bu kültür seferberliği, aynen ardından 1940’da açılacak olan eğitimin ve halkın her noktada buluşmasını sağlayan Köy Enstitüleri ile sürdü. Kemalist devrim, kendi hedefleri doğrultusunda henüz çok taze olan cumhuriyetin çağdaş değerleri hattında kendini geliştiren bir gençlik profilini yetiştirmekle meşguldü. Kemalizm’in doğrudan ve bilinçli bir halk içinde “sosyal” yaşama geçişiydi bu.
İsmet İnönü, 1946’da demokrasinin yaşama geçmesini sağlamakla kalmadı, aynı zamanda 14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti kendisinden daha çok oy alınca iktidarı elleriyle Menderes-Bayar ikilisine, en medeni şekilde teslim etti. Türk demokrasisi böylece ilk iki sınavını başarıyla geçti, Türkiye’deki gerçek doğumu o anda yaşandı; Mustafa Kemal Atatürk’ün sadık yol arkadaşı İsmet Paşa, ölümünden 8 yıl sonra onun büyük özlemini gerçekleştirmiş oldu.
27 NİSAN DARBESİ, 27 MAYIS DEVRİMİ VE 1961 ANAYASASI
Demokrasi, çok partili parlamenter sistemde üçüncü sınavında çok kötü tökezledi. Demokrat Parti, kendisini iktidara taşıyan demokrasinin, aynı şekilde kendisini iktidardan götürebileceğini düşündükçe dengesini kaybediyordu. Bunun neticesinde muhalif basına ve ana muhalefet partisi CHP’ye karşı her türlü çirkin tavır ve davranışa giren, çekilmez derecede seviyesiz bir iktidar partisi ortaya çıktı. İktidara gelir gelmez, önce Halkevleri’ni ve Köy Enstitüleri’ni kapattı, 1953’te de CHP’nin mallarına el koydu. Yaptıkları sayısız anti-demokratik uygulama, demokrasilerin yüz karasıydı. Ne yazık ki Türkiye’de son yıllarda kimse dönemin gerçekleri üzerinden olayı tarafsızca değerlendirme zahmetine girmek istemediği için, toptancı bir yaklaşımla herkesin 12 Mart ve 12 Eylül ile bir tutarak aşağıladığı ve hakaret ettiği bir 27 Mayıs algısı ortaya çıktı. 27 Mayıs’ın gerçekte ne olduğunu, ne olmadığını daha iyi anlamak isteyenler, benim “27 Mayıs İlk Aşkımızdı” kitabımı sahaflardan arayabilirler veya 4-5 Haziran 2020’de Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazılarımı okuyabilirler. Evet, 1960 baharında yaşananlar tüm darbelerin anasıdır. Ama darbenin asıl tarihi 27 Mayıs değil, 27 Nisan’dır! Yani, Tahkikat Komisyonu’nun (Encümeni’nin) Demokrat Parti tarafından yaşama geçirildiği ve parlamentoda tartışılan hayati konuların gazetelerde yayınlanmasının bile yasaklandığı, Türkiye’nin sansürle, baskıyla, hukuksuzlukla, diktatoryal karanlığa girdiği gündür. O gün, Türkiye’de Cumhuriyet’in anayasasına ve partiler kanununa saldırılmış, toplum ve siyaset arasında varolan temel sözleşme yırtılıp atılmış, rejim resmen yok edilmiştir. CHP’yi kapatmak ve muhalif basını susturmak için yola çıkmış, hiçbir hukuki ve demokratik temeli olamadan hareket eden Tahkikat Komisyonu operasyonu ile Demokrat Parti ufuktaki seçimi de yok etmiştir. Türkiye’de güncel siyasetin ve medyanın tamamen deforme ettiği bu gerçekleri, kendi ciddi araştırmanızı yaptıktan sonra hiçbir zaman göz ardı etmemenizi salık veririm. Tabii ki 1961’de Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamları çok büyük bir hataydı. Ancak bu dramatik infaz, Demokrat Parti iktidarının gözünü kırpmadan uygulamaya koyduğu 27 Nisan Darbesi’ni ve buna verilen tepki sonrası hazırlanan mükemmel anayasa gerçeğini değiştirmiyor.
1959’da Küba’da, Amerika destekli Fulgencio Batista’ya karşı Fidel Castro, Che Guevara ve Camilo Cienfuegos’un öncülüğünde gerçekleşen devrim, faşist baskı rejimlerine karşı çok efsanevi bir fitil ateşlemişti. Atatürk’ün “Nutuk” metninden ve Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıkışından da esinlenerek, Granma ile Küba seferine başlayan Fidel ve arkadaşları, aynı şekilde emperyalizme karşı savaşta bir inanılmazı başarmışlardı! Ertesi yıl Nisan 1960’da ise Güney Kore’de öğrenci ayaklanmalarının sonucunda ülkesini ciddi siyasal ve sosyal sorunlara taşıyan Yi Seungman Cumhurbaşkanlığı’ndan çekilmek zorunda kalmıştı. Bütün bu gelişmeler, Türkiye’de 1960’ın 28-29 Nisanı’nda öğrenci hareketlerinin İstanbul ve Ankara’da sokağa dökülmesi nabzıyla çok paraleldi ve dünya basını zaten DP’nin bu ortamda fazla dayanamayacağını peş peşe yazmaya başlamışlardı ve 27 Mayıs Devrimi her yerde alkışlarla karşılandı.
Türkiye’nin en değerli anayasa profesörleri ve hukukçuları tarafından hazırlanan 1961 Anayasası, dünyanın en ileri siyaset sözleşmelerinden biridir. Aslında bu anayasa, büyük ölçüde CHP’nin 1959’da ilan ettiği ilk hedef beyannamelerinin doğrudan yansımasıdır. Cumhuriyet’in kuruluşunun neredeyse 40 yıl sonrasında, ülkenin çağdaş, evrensel ve dünya standartlarında bir anayasaya kavuşmasıdır. O özgür anayasa çerçevesinde, ülkede baskıya uğrayan sol yayınlar rahatlıkla hayatlarına devam edebilmiş, Hegel, Marx ve Engels’in kitapları başta olmak üzere, sol eğilimli kitaplar tercüme edilmiş, Türkiye’de sosyal demokrat ve sosyalist fikirler gelişebilmiştir.
1961-1967 arasında sol muhalif hareketin öncülüğünü yapan haftalık dergi “Yön”, ağır topları Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal ve Cemal Reşit Eyüboğlu aracılığıyla “Atatürkçü sosyalizm” fikrini yaymaya çalışıyorlardı. Hedefleri Atatürk devrimlerini “bir ileri aşama olarak sosyalizme taşıma” çabasıydı. Dolayısıyla Kurtuluş Savaşı ve ardından gelen Kemalist inşa döneminin her verisi özenle bu yoruma adapte edilmeye çalışılıyordu. Yön Hareketi’ni daha sonra benzer idealler taşıyan, kimi aşamada ordu gerçeği ile daha yakın duran Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketi izledi. Aralarında İlhan Selçuk, Muzaffer İlhan Erdost ve 27 Mayıs’ın güçlü ismi Cemal Madanoğlu vardı. Sonuçta tüm bu saydıklarımızı mümkün kılan, 1961 Anayasası’ydı. Onun getirdiği temel hak ve özgürlükler doğrultusunda Türkiye’de işçi hakları, öğrencilerin tepki özgürlüğü, demokratik kitle örgütleri gelişebilmiş, Türkiye İşçi Partisi parlamentoya girmiş ve CHP, “ortanın solunda” olduğunu Türkiye’ye ilan etmiştir. İsmet İnönü’nün adını koyduğu bu duruşun sözcülüğünü de 1965 seçimlerinde Dr. Suphi Baykam, Turan Güneş, Bülent Ecevit ve Hıfzı Oğuz Bekata yapmışlardır. O yıllarda Türkiye’de devrimci öğrenci hareketleri 68 Kuşağı ile öne çıkarken, “Mustafa Kemalci sosyalist” olarak tanımlayabileceğimiz Deniz Gezmiş’in önderliğinde yapılan “Samsun’dan Ankara’ya Mustafa Kemal Yürüyüşü”, dönemin nabzını yansıtan ve o günün solcu-devrimci gençliğinin Atatürk’e ve devrimlerine bağlılığının kanıtlarından biridir. Türk solu tarihine geçen o yürüyüşün bildirisi şöyledir: “1919’da başlayan Mustafa Kemal Devrimi kendisinden sonra gelen yöneticiler tarafından amacından saptırılmıştır. Bugün Türkiye’miz, dünyada ilk anti-emperyalist ve anti-kapitalist devrimi gerçekleştiren Mustafa Kemal’e rağmen yabancıların desteklediği karşı devrimcilerin etki alanına girmiştir. Biz Mustafa Kemal gençliği olarak saptırılan devrimi rayına oturtmaya kararlıyız.”
Ancak solcu hareketler CHP’yi ürkütmüş, CHP Gençlik Kolları, “o toplara girmeme” konusunda baskıya maruz kalmıştır. Parlamenter siyasette ise, 1950’lerde gençlik kollarının kurucu başkanlığını üstlenen ve o günden itibaren gerek örgütte, gerek 27 Mayıs öncesi hareketlerde, gerek parlamentoda CHP’nin genç gücünü taşıyan Grup Başkan Vekili Dr. Suphi Baykam’ın 1968’de siyasetten çekilmesinin ardından İsmet Paşa’nın çevresindeki genç dinamik halkayı kaybetmesi, sonrasında Ecevit’in kendisine karşı bir siyaset gütmesi ve 1972’de Parti Meclisi seçiminde kendi listesi kaybettiği için kurultaydan sonra CHP’den istifa etmesi, Ecevit’in parti başkanlığına geçişiyle sonuçlanmıştır. “Ortanın Solu” sloganı ile devam eden Ecevit, 1974 seçimlerinden CHP’yi ilk parti çıkaracak, Milli Selamet Partisi ile kurduğu ittifakla beraber önce 1974’te “Kıbrıs Fatihi” sıfatını almasının ardından yerini milliyetçi cephe koalisyonuna terk edecektir. Takip eden sağ ve sol terör olaylarının akıl almaz ölçülerde artışı ülkeyi 12 Eylül darbesine götürecek, bunun ardından da Ecevit CHP’den sonsuza dek kopacaktır. Bunlar Çözümleme’ye yazacağım başka “çözümleme” incelemelerinin konusu olabilir. Onun yerine, 1961 Anayasası sonrası Türkiye’de sol düşünce gelişirken, Marx ve Engels’in biyografileri, Komünist Manifesto, Das Kapital ve her türlü sol yayın tercüme edilip rahatça satılırken, sol hareketin, işçi, köylü veya orta sınıf gibi geniş halk kitleleri ile bir türlü bütünleşememesi ilginç bir tıkanmayı yansıtmaktadır. Bunun gerekçeleri arasında muhafazakarlık ve eğitim eksikliği de sayılabilir. CHP dahil tüm partileri eleştiren sol hareketler, hiçbir dayanışmaya girmeden aralarında bölünerek etkilerini neredeyse yok etmişlerdir. Ancak, Taksim Meydanı’nda sol yayınlar satmak, broşürler dağıtmak, dergilerine abone yapmak ya da ayaküstü partiye üye aramak, o yıllardan başlayıp neredeyse bugünlere kadar süren, sosyalist solun değişmez davranış kalıbıdır. Düzen eleştirilir, birbiriyle geçmiş hesaplaşmaları olan ya da siyasi yelpaze üstünde en ufak ayrışmayı hisseden her grup inadına ayrı parti kurar, birbirinin dalını keser; beyni siyasal İslam’ın söylemine teslim olmuş, işçi-köylü ve dar gelirli halk kitlelerine ulaşılamayacağı için de bu rüyalar bir başka bahara terk edilir ve
% 0,2 oy kovalamak için seçimlere giriş yolları araştırılır. Türkiye, İşçi Partisi’nin 1965 seçimlerindeki
% 2,97’lik oy ve 15 milletvekili başarısını tekrarlayamayan sosyalist sol, 1968 hareketleri, 1971 Muhtırası ve Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın 1972’de gelen korkunç idamlarından sonra, 1970’lerde siyasi bir varlık gösteremeden marjinal terör eylemlerinin ne yazık ki parçası olmuş, sağ ve solun uç fraksiyonlarının çarpıştığı ve her gün düzinelerle vatandaşın öldüğü bir ülkeye dönüşmüştür. Düşünsel kimliklerine, entelektüel seviyelerine her zaman saygı duyduğumuz 78 kuşağı mensuplarının bir kısmı da ne yazık ki 1980 darbesinin ardından “Kenanizm” ile Kemalizm’i birbirine karıştırıp, Evren’in oyununa gelerek bir de kendilerini anti-Atatürkçü bir eksene hapsetmeyi başarmıştır!
Türkiye, 80’lere gerek emperyalizm, gerek siyasal İslam, gerek liberalizm, gerek sosyalist solun önemli bir kısmının “Atatürkçülüğün işini bitirmeye” çalışacakları bir havada giriş yapmaktadır…
(Sürecek…)
https://www.tiyatrobirileri.com/cozumleme-dergisi/cozumleme-temmuz-agustos-2020-sayi-002/